Yıkım ve Dayanışma Arasında: 2023 Maraş Depremi ve Sonrası
Huzeyfe Keleş
Depremler toplumumuzun sürekli gündeminde olması gereken bir meseledir. 2023 Maraş depreminde güncel verilere göre 50 bin 783 insan vefat ederken 2 milyon 273 kişi evsiz kaldı. Depremde 518 bin bina yıkıldı ya da ağır hasar aldı. Toplam 1 milyon 928 bin bina hasar alırken bazı şehirlerde hayalet bölgeler oluştu. Deprem sonrası ilk günlerde altyapı, ekip ve koordinasyon yetersizlikleri sebebiyle kayıplarımız daha da arttı. Ardında sarılamayan yaralar, unutulmayan acılar kaldı. Ben de deprem bölgesinde uzun süre farklı görevlerde bulunmuş birisi olarak hem bu gündemi unutturmamak hem de saha deneyimlerini paylaşarak deprem konusundaki eksiklere dikkat çekmek ve farkındalık oluşturmak maksadıyla tecrübelerimi kaleme aldım. Üç yıldır bireysel okumalarımla ve kurumların bünyesinde yürütülen projelerle afet ve acil durum yönetiminde kendimi geliştiren bir tıp fakültesi öğrencisiyim. Gerek ülkemiz tarihinde gerekse dünya tarihinde şiddetinin büyüklüğü ve yol açtığı yıkımlarla iz bırakan 6 Şubat depreminden gün ağarmadan haberdar oldum. AFAD’ın çağrısıyla ivedilikle çantamı hazırlayıp Gaziosmanpaşa Kaymakamlığına gittim. Burada oluşturulan ekiple İstanbul Havalimanı’na ulaştığımızda havalimanının yardım etmek için gitmek isteyen vatandaşlarla dolu olduğunu gördüm.
Ekibimizden bir kişi kendi kaynaklarından edindiği bilgi doğrultusunda Hatay Kırıkhan’da yardım kurumlarının, arama kurtarma ekiplerinin, yemeğin ve suyun bulunmadığını söyledi ve biz de Kırıkhan’a gitme kararı aldık. Yetersiz koordinasyondan yaşanan aksaklıklar ve uzun uçuş sırasından dolayı ancak depremin ertesi günü, 7 Şubat Salı sabahı uçağa binebildik. Hatay havalimanı depremde ağır hasar gördüğü için Gaziantep’e inip oradan karayoluyla Hatay’a geçmek durumunda kaldık. Kırıkhan’a giderken yol üstünde market ve eczanelerden kendi imkanlarımızla aldığımız ilaç, ekmek ve gıda yardımlarıyla birlikte bölgeye intikal ettik. Yolda bizden birkaç saat önde olan bir otobüsten gelen telefonla ilçe girişinde bir görevlinin “Burada ihtiyaç yok, başka yere gidin.” diyerek gelen ekipleri geri gönderdiğini öğrendik. Ardından Kırıkhan’daki başka bir bağlantımızı arayarak bu durumdan bahsettiğimizde ilçede kimsenin olmadığını söyleyip halkın bu sözleri duyduğunda isyan dahi edebileceğini ekledi. Biz de bunun üzerine Kırıkhan’a olan yolculuğumuza devam ettik. Kaymakamlıktan ekip lideri olarak atanan kişi yaşanan aksaklıklarla ekipten ayrılmıştı. Bu yüzden bir plan programımız yoktu. Ekibimizdeki girişken kişilerin söyledikleriyle hareket ediyorduk.
Enkazın Ortasında Tek Başımıza
Kırıkhan’a ikindi vakti ulaştık. İlçe merkezine kadar yolumuz boyunca gördüklerimiz tabiri caizse kıyamet gibiydi. Her yerde yıkılmış ve ağır hasar görmüş binalar vardı. Enkazın içinden üstleri başları viran, yüzleri şok içinde insanlar çıkıyordu. İlçe merkezine girdiğimizde bir noktada yol tıkandığı için durduk. Başında birkaç kişi ve jandarmanın olduğu yıkıntının önünde bir kadın annesinin sesini duyduğunu söylüyordu. Dört kişi dinleme çalışması yapmak üzere araçtan indik fakat tüm çabalara rağmen ses duyamadık. Bu durumda kalamayacağımızı söylediğimizde kadının yalvararak bizi durdurmaya çalışmasını hala unutamıyorum.
Başka bir enkaza gitmek üzere buradan ayrılırken bir abi koşarak geldi ve “Doktor! Hemen gel, canlı var!” diyerek beni çağırdı. Ekipteki kıdemli hekime şebeke sorunu nedeniyle ulaşamadığımızdan hemşirelik 2. sınıf öğrencisi arkadaşı da yanıma alarak enkaza gittim. Enkazın hemen yanındaki bina arama kurtarma bölgesinin üstüne doğru eğilmesine rağmen domuz damı yapılarak 3-4 metre içeriye kadar kazılmış ve depremzedeye ulaşılmıştı. Hem tünelin hem de yanımızdaki binanın çökme korkusuyla birlikte çalışmaya devam ettik. Her ne kadar afet ve acil durum müdahalesi için eğitimler almış olsam da sahada olmak ve afet sonrasını pratikte deneyimlemek benim için tamamen yeni ve bir şeydi. İçimde dolup taşan çaresizlik, ümitsizlik ve yalnızlık hislerinden dolayı kaçıp gitmek istiyordum. Fakat o an orada benden başka kimse yoktu ve müdahele etmek zorundaydım. Bu yüzden hislerimi bastırıp depremzedeye müdahele etmeye çalıştım. Hiçbir hususu kaçırmamak için de, yolda telefonuma indirdiğim afetlerde acil sağlık hizmetleri notlarından enkaz başında ders çalışıyordum. Hem depremzede rahat hareket edemiyor hem de biz ona erişemiyorduk. Konuşarak bilincini kontrol edip olabildiğince anamnez almaya çalıştım. Normalde ezilme sendromuna karşı serum takmamız gerekiyordu fakat depremzedeye ulaşamadığımız için bu mümkün olmadı. Biz de bir şişe suyun içine biraz şeker atarak sıvı takviyesi hazırlama ya çalıştık. Hava çok soğuk olduğundan dolayı su içilebilecek sıcaklıkta değildi. Bu yüzden arkadaşlarımız enkazda suyu depremzedeye uzatabilecek bir yol açmaya çalışırken biz de şişeyi kıyafetlerimizin içine koyup ısıtmaya çalışıyorduk. Kurtarma çalışmaları biraz daha ilerleyip depremzedeye eriştikten sonra suyu kendisine uzattım, ardından kanaması veya ezilme sendromu belirtileri var mı diye kontrol ettim. Görünen hiçbir sorunu olmadığını tespit ettikten sonra boyunluk takarak kendisini arama kurtarma ekibine teslim ettik. Ambulansların aşırı yoğunluk sebebiyle bekleyemediklerini, bu yüzden yaralının çıkmasına yakın ambulansı çağırmaları gerektiğini söyleyip alandan ayrıldık. Artık gece olduğundan biz de ekibin yerleştiği yere geçtik. Ekibin yarısından çoğu geldiğimizden beri hiçbir iş yapamamıştı. Bir ekip liderimiz olmadığı için insanlar yapacak iş bulamıyor ve boş boş oturuyorlardı. Maalesef deprem bölgesine gelerek sadece kaynak tüketmiş ve o kısıtlı imkanlar içinde bölgeye fazladan yük olmuşlardı.
İlerleyen vakitlerde kimsenin gitmediği bir köy olduğunu öğrenerek oraya doğru yola çıktık. Bir yıkıntıdan sabah bir kişinin kurtarıldığını ama içeride sıkışmış iki kişinin daha olduğunu öğrenince dinleme çalışması yapmaya koyulduk. Sesim gür olduğu için seslenme işini ben yapıyordum. Binanın giriş katı çökmüş, bina üzerimize doğru eğilmişti. Bir iki kez bağırdığımızda inilti gibi bir ses duyulsa da sonrasında ses kesildi. Tam bu sırada 6,3 şiddetinde bir sarsıntı gerçekleşti. Ayağımın altında hareket eden toprak yüzünden yerimden oynadığımı hissediyordum. Kendimizi korumak adına derhal güvenli bir alana geçtik. Sarsıntı durunca tecrübeli bir görevliyle birlikte tekrar dinleme yapıp ses almaya çalışsak da sonuç alamayınca köyde birkaç deneme daha yapıp dönüş yoluna koyulduk. Dönüş yolunda hemen caddenin kenarında bulunan enkazda yarısı sıkışmış yarısı ise dışarıda olan bir çocuk cesedi duruyordu. Üstünü örtmek istediysek de eğilmiş enkazdan taş düşme, çökme ihtimallerine karşın onu öylece bırakıp yolumuza devam etmek zorunda kaldık.
Yirmi dört saattir hiç kimse birkaç bisküvi harici bir şey yememişti. Gece olunca yoldan aldığımız salam ve peyniri ekmek arası yapıp yedik. O durumda kimse açlığın derdine düşmüyor, düşemiyordu. Saat gece bir civarıydı ve çadırlar daha gelmemişti. Bazı insanlar ateşin yanına bulabildikleri örtüleri sermiş üzerinde uyuyorlardı. Birkaç kişi “Biz etrafı gezip ses almaya çalışacağız.” diyerek yola koyuldu. Biz de peşlerine takıldık ve toplam yirmiye yakın kişiyle yeniden ilçe merkezinden çıkıp ara sokaklara girdik. Elektrik sıkıntısı olduğu için fenerleri açamıyorduk. Zifiri karanlık içinde görebildiğimiz tek şey uzaktan tepecik gibi duran enkazlardı. Yıkılmış yollarda bir şekilde ilerlemeye çalışıyorduk. Artçı depremler devam ettiği için hasarlı binaların her an yıkılma tehlikesi mevcuttu. Bu yüzden sokaklarda diken üstünde yürüyorduk. İlçenin bu kısımları hayalet şehir gibiydi, kimsecikler kalmamıştı.
Bir ihbarı bulmaya çalışırken başka bir enkazda arama kurtarma yapan bir Alman ekibine denk geldik. Biz onların yanında dururken bir ekip arkadaşımız yan binadan ses aldığını söyledi. Evde bir annenin üç çocuğuyla mahsur kaldığını, kimin ismiyle seslenseler geri dönüş aldıklarını söylediler. Hepsinin hayatta olduğunu düşünerek hemen kroki çizdirdik ve en yakın müdahale noktasını belirleyerek Alman ekibe haber verdik. Ekibin buraya yönelebilmesi için diğer enkazdaki canlının tahliyesine yardım ettik. Çıkan Suriyeli kadının oğlu, annesinin başını örtmesi için karton tarzı bir şey uzatmıştı. O an orada bulunan Türk görevli sert tepkiler verdiği için ben de müdahil oldum ve uzattığı şeyi Alman ekibe vererek bunun ne ifade ettiğini anlattım. Bana tamam dediler ama sonra depremzedeyi çıkarırken hiçbir şey örtmeden başı açık şekilde çıkardılar. Beni anlamadılar mı, hastayı riske atmak mı istemediler yoksa umursamadılar mı bilmiyorum. Biz buradaki çalışmayı hızlandırmaya uğraşırken yandaki enkazda ses alınan evin babası çocuklarına ulaşmaya çalışıyordu. Orada duran birisine “Ne durumda, konuştunuz mu?” diye sorduğumuzda: “Sadece bir kişi.” dedi. Şaşkınlıkla sorduğum nasıl sorusuna yanımızdaki örtüyü kaldırarak cevap verdi, çocuklardan birisi enkaz altında kalmış ve oracıkta can vermişti. Anne ve kalan diğer iki çocuk ise aynı odada sıkışmışlar. Hepsi başta hayattalarmış ama sabah saatlerinde anne ile bir çocuk daha vefat etmiş. Yalnızca tek bir çocuk hayatta kalmıştı. Hüzün ile sevinç arasında boğulmuştuk. Sonrasında görevi Alman ekibe devrederek başka bir ihbara geçtik.
Giriş katı çöken bir enkazda birkaç saat önce içeriden bir çocukla konuşulduğu haberini aldık. Onu canlı bulmak umuduyla enkaza yaklaştık ve tekrar edilen çağrıların ardından dinleme yapmaya başladık. Çocuk Suriyeli olduğu için yanımızdaki Suriyeli arkadaştan Arapça bağırmasını rica ettik. Birkaç sefer de o seslendi. Ne dediğini anlamasam da sesindeki yalvarış açıkça anlaşılıyordu. Yalvarışı anlıyordum çünkü aynısını ben de hissediyordum. Bağırırken en fazla “lütfen” diyerek bunu dillendirebiliyordum fakat cevap beklerken içimden ben o çocuğa yalvarıyordum. Suriyeli arkadaşın bağırması, sesindeki yalvarış ve çaresizlik hâlâ kulaklarımdan gitmiyor. Bir ses gelmedi. Oradaki gençlere numaramızı verip dönüş yoluna geçtik.
Benim için depremin en zor yanı ceset görmek de değildi enkaza girmek de. Depremin en zor yanı arkada insan bırakmaktı. Kırıkhan’da kaç insan bıraktım bilmiyorum. Ne kadar uzağa gitsem de aklım her zaman orada kalıyor. Daha yetkin olabilirdim, daha cesur davranabilirdim, daha iyi işler yapabilirdim. “Ya başka yolu varsa?” diye düşünmeden edemiyor insan. Kimle konuşsam aynısını diyor: “Sen elinden geleni yaptın…” geleni yaptıysam bile neden elimden neden daha fazlası gelmedi? Ya bir canı orada eksik yaptığım bir şey yüzünden umutsuzluğa terk ettiysem? Bazı anlar hala omzumda taşıyamacağım yükler olarak duruyor. Keşkelerle yaşayıp duruyorum. Depremden aylar sonra bu yazının revizyonunu yaparken dahi hala aynı hisleri hissediyorum. Yetersizlik ve suçluluk duygusundan kurtulamıyorum. Yazıda bahsedilen bu tecrübe, uzaktan görüldüğü gibi bir kahramanlık (!) öyküsü değil, tam tersine acizliğimi tekrar tekrar yüzüme vuran sürecin bir anlatımı.
Çaresizlik Şiddetleniyor
Merkeze döndüğümüzde gün aydınlanmış, depremin 48. saatini geride bırakmıştık. Geldiğimiz ekibin büyük bir kısmı yiyecek eksikliği ve barınma imkanının olmamasından dolayı “Burada bir gece daha kalırsak biz yardıma muhtaç hâle geleceğiz.” diyerek geri dönme kararı aldı. Ben ise burada işe yarayacağımı düşünerek kalmaya karar verdim.
Hastanenin orada çok büyük bir enkaz olduğunu söylediler. 8 Şubat Çarşamba günü sabahı ceset kokuları yayılmaya başlamıştı. Enkazın önünden geçerken, sokaklardaki koku üstümüze siniyordu. İnsanların ümitleri artık iyice tükenmişti. Kimileri hırçınlıkla yaklaşırken kimileri de çok sakin karşılıyordu. Bir abimiz “Siz geldiniz, sonra ses yok diye gittiniz. Biz orada yalnız başımıza kaldık.” diyerek bize sitem ediyordu. Kendi açısından elbette haklıydı. Lakin bunlar iki tarafın da içine sinmemesine rağmen afet anında alınması gereken bazı kararlardı. Yukarıdaki enkaza gittiğimizde bir mezarlıkla karşılaştık. 8 binalı 100 haneli bir site tamamen enkaz olmuş, sadece 30-40 kişi kurtarılmıştı. Onun dışında kalan 300-400 ceset ise enkaz altındaydı. Bir umut dinleme yapmak için enkaz üstünde gezerken ceset kokusu çok keskindi. Enkazdan yayılıp burnumuzun direğini sızlatan bu acı gerçekle yüzleşerek ellerimiz boş olarak geri döndük. Dönerken köy yolunu tercih ettiğimizde insanların artık kendi imkanlarıyla bir şeyler yapmaya çalıştığını gördük. Bir kişi babasının cenazesini yorgana sarmış kendi imkanlarıyla sessizce aracının bagajına yükleyip gidiyordu. Bir başka evde ise üç kardeş eşikte üzerlerine kolon düşmüş şekilde yan yana yatıyordu. Babaları ise evlatlarının cesetlerini çıkarmaya çalışıyordu. Yaptığı işin riski gözüne görünmese de uyarmaya çalıştık. Gördüm ki insanın kaybı varken canının kıymeti kalmıyor. Onları durduran tek şey hâlâ hayatta kalanları varsa onlar oluyor.
Sağlık Çadırı ve Alan Yönetimi Süreci
Merkeze döndüğümüzde doktor abimiz yanına birkaç sağlıkçı daha bulmuştu. Tam bu sırada bize verilen boş bir Kızılay çadırını sağdan soldan bulduğumuz ilaçlarla birlikte bir sağlık çadırına çevirdik. İlçe merkezindeki özel hastane hasar görmüştü. İlçenin asıl hastanesi ise hem uzak hem de çok yoğundu. Eczanelerin çoğu da yağmalanmıştı. Bu yüzden sağlık hizmetleri bütün çabalara rağmen çok eksikti. Çok basit yaralar dahi pansuman ve bakım eksikliğinden dolayı çok ağırlaşabiliyordu. Bize gelen bir çocuğun kolundaki yara enfekte olmuş ve kemiğine kadar ilerlemişti. Basit hastalıklara ilaç verip yaralılara pansuman yaparak elimizden geldiğince sağlık hizmeti sunuyorduk. Fakat sonradan sahadaki yönetim eksikliğinden dolayı birçok şey bize kalmaya başladı. Çarşamba günü öğlene doğru ilçede birçok imkan mevcuttu. Arama kurtarma ekipleri ve UMKE gelmiş, vinçler ve makineler sahada çalışıyordu. Gıda, kıyafet gibi ihtiyaçlar da geliyordu. Lakin bu imkanların organizasyonu eksik olduğu için verimli bir biçimde kullanılamıyordu. Sahada AFAD’dan yetkili kimse yoktu. Biz AFAD’la gelmiştik fakat sadece elinden ne gelirse yapmaya çalışan gönüllerdik. Halk söz söyleyen, yol gösteren birisini istiyordu. AFAD’la geldiğimizi duyanlar “Şurada enkaz var. Çok düzensiz çalışma yapılıyor. Vinç de ne yapacağını bilmiyor. Bir koordinatör, tecrübeli bir insan yok mu?” diyorlardı. Çok basit bir görev, eksikliğinde çok büyük sorunları doğuruyordu. En kolay iş bile yönetimsizlikten aksayabiliyordu. İmkanları sahaya getirmek yeterli değildi, bunların sahada koordinasyonu da sağlanmalıydı. Yoksa imkanlar da hiç oluyordu.
Bundan sebep biz bir inisiyatif alınca insanlar her şeyde bize koşmaya başladılar. Jandarma geldi ve AFAD gönüllüsü olup olmadığını sordu. Hem işler aksamasın hem de sorumluluk bana kalmasın diye her zaman kurduğum o cümleyi kurdum. “AFAD gönüllüsü yok ama AFAD’a en yakın ben varım. Buyur?”. Devletin gönderdiği tırların dağıtımı için yardım gerekiyormuş. Destek için topladığım birkaç kişiyle gittiğimizde tam dağıtımlar başlarken yine aynı soru: “AFAD’dan kimse var mı?” ve yine aynı cevap: “Buyrun?” Bu sefer bir ses duyulmuştu. Ben de bir arkadaşımı da yanıma alarak hemen enkazın başına gittim. Her enkazda “Ses kes!” diye bağırdığımız an tüm makinalar, hatta nefes almalar dahi duruyordu. O an yaşayan birinin olması ümidiyle enkazdan gelecek bir ses bekleniyordu. “Sesimi duyuyorsan bir yere üç kere vur!” diye bağırdım. Hemen ön tarafımda biraz soldan bir ses geldi. Birkaç adım önümdeydi. Depremin 60. saatinde kulaklarımla bir ümidin sesini duymuştum. Biraz sola gelip tekrar bağırdığımda artık ses tam önümden geliyordu. Hemen profesyonel arama kurtarma ekibini çağırdık ve görevi onlara teslim ettik. Ben diğer arkadaşı orada bırakıp dağıtıma geri döndüm. Sırayı düzenleme işi bana verilmişti. Bu görev zorlu oldu çünkü günlerce yaşanan travmalar, yorgunluk, açlık ve diğer sorunlar sinirleri iyice germişti. Anlayışlı kişiler olduğu kadar diğerlerinin hakkına saygı göstermeyen insanlar da vardı. Elimizden geldiğince haksızlığın önüne geçerek dağıtımı sağladık. Kendi imkanlarıyla giden gönüllüler de olmasaydı, bu çok basit işler aksayacak ve bölgeye ulaşan imkanlar verimli bir şekilde kullanılamayacaktı. Sahada bu mesele beni çok sinirlendirmişti. Bütün imkanlar varken dahi AFAD’ın organizasyon eksikliği yüzünden çalışmaların verimi düşüyordu.
Bundan sonraki süreçte Kırıkhan’daki arama kurtarma dönemine dair anlatılacak pek bir şey yok. Sağlık ekibimizle hizmet vermeye devam ederken sahadaki her türlü imkan yetersizliğinin depremzedelerde yarattığı sitemle bölgedeki gönüllüler olarak biz muhattap oluyorduk. İnsanların tepkilerinin şiddetinin artmasıyla görev yeri değiştirmenin uygun olacağına karar verip cuma günü Hatay Kırıkhan’dan ayrıldık.
Depremin depremzedeler üzerindeki olumsuz etkisinin yanı sıra bu kadar büyük bir afete gerek psikolojik gerek fiziksel olarak hazırlıksız olan gönüllülerde de etkisi oldukça yıkıcıydı. Sahada herkes hislerini bastırarak görevini ifâ etmeye çalışıyordu. Baş edilmesi çok zor bir durum olduğundan kendimizden kaçıyorduk. Biz oraya yardım için gitmiştik, güçlü olmamız gerekiyordu. Tüm bunlar üst üste binince bastırılmış duygular ortaya çıkıyordu. Sahada herkesin dilinde “Bir köşeye kapanıp hüngür hüngür ağlamak istiyorum.” sözü vardı fakat kimse bunu gerçekleştiremiyordu. İçimiz parçalanırken dik durmaya çalışıyorduk.
Sahadan döndüğümde birçok gönüllü arkadaşımda olduğu gibi bende de psikolojik problemler başlamıştı. Bilhassa geceleri çevremde insan silüetleri görüyor gibi olup irkiliyordum. Bu yüzden uzun süre uyku problemi çektim. Uzunca bir süre yazımın ilk bölümünde anlattığım arkada bırakılan insanlar aklımdan çıkmadı. Her boş durduğum saniye zihnimi işgal ediyorlardı. Ya başka yolu vardıysa ve ben birisini orada bıraktıysam? Bu fikirlerle mücadele edemiyordum. Sahaya tekrar gitmemin bir sebebi de buydu.
Sahaya İkinci Gidiş ve Diğer Hizmetler
12 Şubat Pazar günü İHH ile Malatya’da depoda çalışmak üzere tekrar sahaya gittim. İHH, önceki saha tecrübesiyle sistematik bir lojistik ağı kurmuştu. Ülkenin dört bir tarafından gelen onlarca genç gece gündüz demeden, hiçbir işi küçümsemeden gelip burada çalışıyordu. Bir genç kardeşimiz “Aslında şehre gitmeyi çok isti yordum ama orada yapabileceğim bir iş yoktu. Gereksiz yük olmamak için depoya geldim” dedi. Bu arkadaştan öğrenmemiz gereken çok şey vardı çünkü depremdeki en büyük sorunlardan birisi etkinliği olmayan insanların deprem bölgesine giderek ekstra yük olup ayak bağı olmasıydı. Depremin akşamında havalimanında sıra beklerken doktorlar kalabalık yüzünden uçağa binememişti. Oradaki yetkinliği olmayan insanlar boş yere kalabalık yapıp sahaya gitmesi gerekenleri engelliyordu.
17 Şubat Cuma sabahı Yeryüzü Doktorları’nın Adıyaman’daki sağlık çadırına geçtim, lakin burada insan gücüne ihtiyaç yoktu. Beni günde 700’e yakın hasta muayene edildiği için desteğe ihtiyaç duyulan Yeryüzü Doktorları’nın Kahramanmaraş’taki çadırına yönlendirdiler. 18 Şubat Cumartesi sabahı Kahramanmaraş’a ulaştım. Kahramanmaraş’a ilerleyen süreçte iki defa daha gittim. Bu yüzden deprem sonrası süreci burada farklı zamanlarda gözlemleme imkanı elde ettim.
Kahramanmaraş’a ilk gidişimde 14 Şubat Stadyumunda kurulmuş üç yüze yakın çadırın olduğu çadırkentte hizmet veriyorduk. Gelen vakaların çoğunluğunu üst solunum yolu enfeksiyonu ve akut gastroenterit oluşturuyordu. Bunların yanında uyuz tehlikesi de mevcuttu. Salgın hastalıklara yakalanmadan hizmete devam etmeye çalışıyorduk. Sağlık muayenesinin yanı sıra gönüllü psikologlar hem bireysel görüşmeler yapıyor hem de çocuklarla etkinlikler yapıyorlardı. Sahadaki tecrübelerim sayesinde depremin deprem anından ve yıkıntıdan ibaret olmadığını fark etmiştim. Deprem sonrası süreçte insanların yeni düzene alışmaları, ruh sağlıklarını korumaları da zorlu bir süreçti. Uzun süre enkazda kalmış, iki çocuğu vefat etmiş bir depremzede ile tanıştım. Kendisini kaybetmişti, kahkahalar atıyor, sebepsiz yere gülüyor, bağırıyordu. Bu kişi hakkında bir psikolog arkadaş “Çok üzerine gitmeyin. Anormal durumlarda verilen anormal tepkiler normaldir.” demişti.
Depremin 14. gününde çadırkentte sistem tam oturmamıştı. Günde iki öğün yemek, temiz su ve lavabo imkanları mevcuttu lakin çadırlar sayıca yeterli değildi. İnsanların hiç tanımadığı kişilerle aynı çadırda kalmaları huzursuzluğa sebep oluyordu. Farklı milletler de bir arada bulununca sorunlar daha da büyüyordu. Bir iki hafta önce sıcacık evlerinde oturan insanlar, şimdi bir çadırın köşesinde buz gibi havada ellerindeki şişelerle diş fırçalamaya çalışıyordu. Kişisel bakım sıfıra yaklaşmıştı. İnsanlar günlerdir duş alamamış, hatta tırnak bile kesememişti. Temel ihtiyaçlar karşılansa da konfor sağlanamamıştı. Kahramanmaraş’ın merkezinde bazı sokaklar tümüyle yıkılmıştı. Bunlara şahit olmak depremin boyutunu tekrardan fark etmeme sebep olmuştu.
Kahramanmaraş’a ikinci yolculuğum 30 Mart sabahındaydı. Çadırkent, stadyum riskli olduğu için Ali Özge Camii’nin yanına taşınmıştı. Yabancı uyruklu kişiler, olay çıkmasının önüne geçilmesi adına farklı bir çadır kente taşınmıştı. Artık burada sadece Türkler kalıyordu. Bununla birlikte çadırkentten ayrılan insanlar da olduğu için çadır sayısı 120 civarına düşmüştü. Hem havalar ısınıp hem de şartlar normalleşince artık hastalıklar iyice azalmıştı. Günlük gelen hasta sayısı yüzlere kadar düşmüştü. Sistem artık iyice oturmuştu. Çadırkent halkına tüp, su, kıyafet ve yiyecek desteği sağlanıyordu. Günde üç öğün yemek çıkarılıyordu. Çadırkentin en büyük eksiklerinden biri ise eğitimdi. Çocukların eğitimleri çok fazla ihmal edilmişti. Hem Yeryüzü Doktorları hem de İnsan Vakfı çadır kentte çocuk çadırına sahipti fakat onların da eğitim konusundaki imkanları kısıtlıydı. Bu seferki gidişimde fiziki şartlar düzeldiği için eğitim faaliyetlerine, sosyal faaliyetlere, psikososyal ilişkilere daha ağırlık verilmeye başlanmıştı. Ben de çocuklara dersler verdim. Deprem çok yönlü ve uzun soluklu bir olaydı. Kırılgan gruplardan birisi olan çocuklar da fazlaca etkilenmişti. Deprem sonrası süreçte onlarla ayrıca ilgilenilmesi gerekiyordu. Henüz gelişme çağında, daha her şeyi kavrayamadan çok büyük travmalar yaşıyorlardı. Vefat eden yakınları, yıkılan mahalleleri, o kıyamet gecesinin korkusu, imkansızlıkla geçen çadır hayatı onları diğer herkesten çok etkiliyordu. Deprem sonrası dönemde insan gücüne çok fazla ihtiyaç olmamasına rağmen sahaya gitme sebebim de çocuklardı.
Dönüşümden hemen bir önceki akşam çocuklara döneceğimiz haberini verince bir ağlama merasimi başladı. Çocukların ağlamasına dayanamayan hocalar olarak biz de bu merasime eşlik ettik. O çocuklarla yan yana çok az vakit geçirmiştik, belki hiç baş başa konuşmamıştık bile. Bazıları adımı bile bilmiyordu benim. Fakat hayat samimiyetle yaşanınca kalpler birbirine çok çabuk ısınıyor. O çocuklar bizim şifa kaynağımızdı, gülüşleriyle yüreğimizdeki yaralar iyileşiyordu. Biz onlara iyilik yapmıyorduk aslında, onlar bize iyilik yapıyordu. Eve dönüp çocukların hasreti yüreğimi yakmaya başlayınca uzun zamandır bu denli sevgiyi hissetmediğimi fark ettim. Bu sevgi benim yaşam enerjimin ana kaynağıydı.
Sahadan döndükten kısa süre sonra 19 Nisan tarihinde hem 23 Nisan etkinliklerini koordine etmek hem de sahaya destek için tekrar Kahramanmaraş’a gittim. Bu seferki görevim sadece çocuklarla ilgilenmekti. Artık konteyner kentler kurulmuş ve insanlar konteyner kente taşınmaya başlamıştı. O kadar uzun süre travmatik olaylara maruz kaldıkları için orada muhabbet etmek, film izlemek bile onlar için kıymetli bir etkinlikti. Önceki gidişimde bir gece sinema gösterimi yapıp “Buz Devri” filmini izlettik. Biz çocuklara hitap etmeyi beklerken yetmişinde insanlar bile bize eşlik ettiler. Artık fiziksel ihtiyaçlar tamamlanmaya başladıkça duygusal ihtiyaçlar da ön plana çıkmaya başlamıştı. İnsanların güzel anılar biriktirmesi gerekiyordu. Depremin fiziksel yaraları kapandıkça duygusal yaralar da sarılmalıydı. 23 Nisan şenliklerinde onlara bir nebze de olsa destek olmaya çalıştık. Çadır kent halkı da çocuğuyla yaşlısıyla bizlere eşlik ettiler. Fiziki yaraları birlikte sardığımız gibi duygusal yaraları da birlikte saracaktık.
Sonuç olarak deprem sonrası süreç benim açımdan birçok yönüyle sıkıntılı bir deneyimdi. Sahada yaşanan organizasyon eksikliği başta olmak üzere birçok eksiklik sürecin daha da zorlaşmasına sebep olmuştu. Bu denli büyük bir depreme ülkece hazır değildik ve bu yüzden birçok aksaklık yaşadık. Önceden de dediğim gibi, deprem sonrası süreç çok yönlü bir süreçti. Bunu hafife almamak, cidddiyetini kavramak önemliydi. Umarım ki yaşananlardan dersler çıkarıp, gelecekte beklenen depremlere karşı hasarı ve yıkımı minimuma indirecek önlemler alır ve deprem sonrası sürece de daha hazırlıklı oluruz.