İbrahim Kamil Berkman ile “Beslenme ve Mikrobiyota” Üzerine…
Söyleşiye mikrobiyom konusu ile başlayalım istiyorum. ABD Ulusal Sağlık Enstitü (NIH) tarafından 2007 yılında başlatılan “İnsan Mikrobiyom Projesi” modern-geleneksel tıp anlayışımızda ne gibi değişikliklere yol açmıştır?
İnsan mikrobiyomu, sağlığımızla ilişkili olan son derece karmaşık bir ekosistemi temsil etmektedir. Mikrobiyom doğum esnasında oluşmaya başlar. Daha sonra konakçısı ile birlikte gelişirken, diyet ve diğer çevresel koşullardan etkilenir. İnsan, kendi hücrelerinin sayısından en az on kat daha fazla bakteri, virüs ve mantarla yaşamaktadır. Bu mikroorganizmaların büyük bir çoğunluğu insanın gastrointestinal sisteminde bulunmaktadır. Mikrobiyom Projesi, insan mikrobiyomunun izlenmesi ve manipülasyonu yoluyla insan sağlığını iyileştirme olanaklarının olduğunu göstermeyi amaçlamıştır. Yapılan çalışmalar mikroorganizma topluluklarının insan sağlığı üzerinde beklenenden çok daha etkili olduğunu kanıtlamıştır.
Hipokrat’ın 2400 sene önce dediği gibi tüm hastalıklar bağırsaktan başlamaktadır. Hipokrat’a göre bağırsak hasta ise vücudun geri kalan kısmı da hastadır. Bu bağlamda biraz mikrobiyotadan konuşacak olursak; en büyük mikrop kolonisi sindirim sisteminde bulunmaktadır. Sağlıklı bir yetişkinin bağırsaklarında 2-2,5 kg ağırlığında bir mikrop kolonisi yaşamaktadır. Bu kolonide yaklaşık 500 ile 1000 arasında değiştiği iddia edilen bakteri türleri mevcuttur. Sindirim sisteminde 100 trilyon mikroorganizma bulunduğu, hatta bazı yeni çalışmalarda bu sayının 400 trilyon civarında olduğu öne sürülmektedir. İnsanın yaklaşık 20.000 geni varken, mikroorganizma kolonisine ait genetik materyal ise üç ile sekiz milyon arasındadır. Mikrobiyota, insan hücre sayısının yaklaşık on katıdır ve insan hücrelerinin en az 150 katı kadar da genetik materyal içermektedir. İşlevi hakkında araştırmalar yeni yeni yapılmaya başlandı. Bu mikroorganizma kolonisinin içinde bazı türler diğerlerine göre daha baskındır ve oldukça organize bir mikro dünya oluşturur. Bu mikro dünya içinde faydalı ve zararlı bakteriler bulunmaktadır. Faydalı bakteriler zarar görmüşse şehrin duvarları iyi korunmuyor demektir. Korumasız kalan bağırsak da her türlü saldırıya açıktır. İşlevi derken buradaki esas mesele mikrobiyota-bağırsaklar ve diğer organlarla kurulan ilişkidir. Bağırsak-beyin aksını yani bağırsak ve beyin arasındaki bağlantıyı herkes biliyor ama artık nervus vagus dediğimiz onuncu kranial sinir üzerinden yürüyen bir sistemden; bağırsak-tiroid, bağırsak-böbrek, bağırsak-kalp gibi akslardan bahsediliyor. Bağırsak üzerinden, çeşitli sitokinler aracılığıyla mesajlaşarak yürüyen yeni yeni sistemler keşfediliyor.
Bizler bu bakterilerin habitatlarıyız, konağız bir nevi. Vücudumuzun hemen her yerinde bu küçük canlılara rastlayabiliyoruz. Bağırsağın yanı sıra koltukaltında, kaşlarda, saçlarda, genital bölgede, ayak parmakları arasında, tırnaklarda, akciğerlerde mikroorganizmalar bulunmaktadır. Kuşkusuz en yoğun mikrop kolonisi bağırsaklarda. Probiyotikler ve prebiyotiklerden oluşmuş büyük bir çeşitlilik arz eden bir mikrobiyotaya sahibiz. Dolayısıyla bizim hücre sayımızın on katından daha fazla sayıda olması aslında şaşırtıcı değil.
Yaklaşık 1000 kadar -ki bazı kaynaklar 4000’e ya da daha yukarıya çıkarıyor bu sayıyı- farklı bakteri türü var demiştik. Faydalı-zararlı bakteriler olduğunu söylemiştim. Faydalılık ve zararlılıkları değişebiliyor zaman zaman. Müttefik bakteri diyebileceğimiz fırsatçı bakteriler vardır bir de. Örneğin, Escherichia coli. Bu bakterilerin sayıca azlığı da çokluğu da zararlıdır. Escherichia coli olması gerektiğinden az sayıda ise yararlı bakteri grubundan olan Lactobacillus’lar yaşayamaz. İnsan hayatı gibi düşünebiliriz, nasıl ki yaşamda da iyiler-kötüler-fırsatçılar var bakteriler için de aynen öyle. Escherichia coli işimize de yarayabilir, zararlı da olabilir.
Mikrobiyota kişisel özelliklerde bir değişim oluşturabilir mi? Bağırsaktaki bir bakteri grubu insanın karar verme mekanizmalarında etkili olabiliyor mu? Eğer böyleyse, mikrobiyota beyinle nasıl bir bağlantı kuruyor?
Yanılmıyorsam, ilk kez 2004 yılında, Japon araştırmacılar, bağırsaktaki bakterilerin stres yanıtını etkileyebileceğini öne sürdüler. Bu gelişme, daha sonra birçok araştırmanın yolunu açtı. Bağırsak mikrobiyomunun popülasyonunun erken yaşamda başladığını biliyoruz. Son yıllardaki araştırmalar normal gelişimdeki aksaklıkların gelecekteki fiziksel ve zihinsel sağlığı etkileyebileceğinin kanıtlarını göz önüne seriyor. Mikrobiyotanın, sinir sisteminin gelişimini, işlevini ve çeşitli karmaşık konak davranışlarını etkileme kabiliyetinden giderek daha fazla bahsediliyor. Bağırsak mikrobiyotasının bulunduğu konağın sosyal ve iletişimsel davranışını, stres kaynaklı davranışını, öğrenme ve hafıza görevlerindeki performansını değiştirmede rol oynadığını biliyoruz. Öte yandan, mikrobiyota amigdala, hippokampus, frontal korteks ve hipotalamus bölgelerinde beyin mikroyapısı, gen ekspresyonu ve nörokimyasal metabolizma dahil olmak üzere konak nörofizyolojisi üzerine de etki ediyor. Ayrıca, bağırsak mikrobiyotasının disbiyozunu otizm spektrum bozukluğu ve majör depresyon gibi nöro-davranışsal hastalıklara bağlayan, hayvan modelleri ve insan denemelerinden elde edilen ciddi bulgular var. Araştırmalar bağırsak bakterilerinin -özellikle Lactobacillus ve Bifidobacterium’a ait türler- sosyal davranışı, kaygıyı, stresi ve depresyon benzeri davranışları etkileyebileceğini göstermektedir.Bağırsak ve beyni bağlayan majör sinir olan nervus vagus üzerinden sağlanan iletişim, bağışıklık sistemi, hormonal değişiklikler ve bağırsak mikroorganizmaları tarafından nöroaktif kimyasalların üretilmesi gibi sayısız olası mekanizma olduğunu biliyoruz. Ancak yapılan tüm araştırmalara rağmen, bilim adamları bağırsak mikrobiyomunun beyni nasıl etkilediği hakkında hala tam olarak emin olamıyorlar. Hakikaten bazı bakteriler beyni vagus siniri üzerinden etkilerken, diğer suşlar farklı yollar kullanıyor gibi görünüyor.
Mikrobiyomun davranışları yiyecek seçimi üzerinden nasıl etkilediğine şöyle bir örnek verebiliriz: Kemik suyu glutamin ve kolajen açısından son derce zengin bir besindir. Bazı insanlar kemik suyunu severek tüketirken, bazıları bu besinin kokusuna dahi dayanamıyor. Kemik suyu, mikrobiyotadaki bazı zararlı bakterilere zarar verecektir, öldürecektir. Bundan dolayı kişide mide bulantısı gelişir. Çünkü bu mikroorganizmalar varlığını korumak ister. Son tahlilde yenen besinlere bile aslında mikrobiyota karar veriyor diyebiliriz.
İlaç kullanımı özelikle de antibiyotik kullanımı insan vücudundaki faydalı mikroorganizmaları nasıl etkiliyor?
Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine bakacak olursak Türkiye’de antibiyotiklerin gereksiz yere çok fazla reçete edildiğini görüyoruz. Kontrolsüz kullanımda vücuttaki zararlı bakteriler çok fazla dirence sebep olabilir. Bu da hastalıkların daha zor atlatılması demektir. Antibiyotikler aynı zamanda bağırsaktaki mikrobiyolojik canlıların dengesini de bozuyor. Günümüzde psikobiyotiklerin (beyni etkileyen probiyotikler) nörodejeneratif hastalıkların tedavisinde kullanımı tartışılıyor. Şizofrenide mikrobiyotanın çok belirgin şekilde değiştiğini gösteren çalışmalar var. Parkinsonun neredeyse bağırsak hastalığı olduğunu söyleyeceğiz. Amiyotrofik lateral skleroz (ALS) hastalığında mikrobiyota düzenlenmesi yönünde bir paradigma değişikliğiyle çok önemli kazanımlar elde edilmiş. Multipl Sklerozda (MS) da yine mikrobiyota çalışmalarıyla plakların yok olduğunu iddia eden gruplar var. Her ne kadar bu bağlantıları doğrulamak ve patofizyolojik mekanizmaları belirlemek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç olsa da.
Sonuç olarak sadece antibiyotiklerin değil bütün ilaçların kontrollü alınması gerekiyor. Non-steroid antienflamatuar ilaçların da mikrobiyota üzerindeki olumsuz etkilerini araştıran çalışmalar mevcut. Eğer mikrobiyota sağlık üzerinde bu kadar etkin rol üstleniyorsa onu korumak için çok dikkatli davranmalıyız.
2015 WHO ve Sağlık Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de her iki doğumdan biri sezaryen. Doğum şekli ve anne sütü ile beslenmenin bebeğin mikrobiyotası üzerinde herhangi bir etkisi var mı? Ebeveynlerin aşırı hassasiyeti nedeniyle -ki bazen takıntı ölçüsünde olabiliyor- hijyenik koşullarda büyümenin çocukların sağlığı konusunda ne gibi etkileri olabilir?
Tıbbi endikasyon varsa tabii ki sezaryen olmalı. Ancak bebeğin normal doğumla doğmasının, çocuğa verilebilecek en büyük hediye olduğunu düşünüyorum. Ev araba bırakacağınıza, normal doğumu sağlamaya çalışın. Bebeğin doğum sırasında vajenden gerekli mikrobiyotayı alarak doğması çok büyük bir kazançtır. Özellikle Avrupa’da normal, hatta evde doğum çok yaygınlaşmaya başladı. Normal doğum için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar. Birçok ülkede evde doğum destekleniyor. Bebeğin hastanede doğmasındansa, yaşamını sürdüreceği, kendi doğal ortamında doğması çok daha sağlıklı bulunuyor. Her şeyin normal olduğu durumlarda, normal doğumun bebeğin yaşayacağı evde geçekleşmesi, mikrobiyota açısından çok daha faydalıdır.
Özellikle ilk bir yılda bebeğe antibiyotik verilmesinin çocukluk döneminde hatta yetişkinlikte mikrobiyomu çok etkilediği, değiştirdiği bilinmektedir. Sezaryenle doğan çocuklarda mikrobiyota gelişiminin farklı oluşu, immün sistemin yetersiz olmasına, özellikle ilk bir yıl bebeğin kronik hastalıklara, astım ve benzeri alerjik reaksiyonlara yakalanma riskini artırmaktadır. Yine sezaryenle doğan bebeklerde, doğal yoldan doğan bebeklere göre lactobacillus rhamnosus miktarının çok az olduğu biliniyor. Bir de buna erken yaşta antibiyotik kullanımı, yeterince anne sütü almama, probiyotiklerden ve omega-3’ten fakir diyet, vitamin ve mineral eksiklikleri eklenirse bağırsak florasının bozulması kaçınılmaz oluyor. Flora bozukluğu da inflamatuar cevabın artmasına yol açarak alerjik hastalıklara davetiye çıkarıyor. Bağırsak florasının bozulmasıyla patojen mikroorganizmalar hızla ürer. Bu patojen mikroorganizmalar veya onların toksinleri hastalık yapar. Buna disbiyozis diyoruz. Disbiyoz, bağırsak duvarını tahrip eder ve bağırsağın geçirgenliğini arttırır. İşte son yılların popüler terimi geçirgen bağırsak sendromu böyle oluşur.
Son yıllarda giderek tanınmaya başlanan klinik psikonöroimmunoloji alanında çalışanlar, hastanın detaylı anamnezini alırlar. Mümkünse hastanın annesinin gebelik süresince beslenme alışkanlıklarından ve sosyoekonomik, psikolojik durumundan başlanır. Ciddi fiziksel veya psikolojik travma yaşamış gebelerin çocuklarının yüksek kortizol seviyelerine maruz kalma olasılığı daha fazladır. Biraz abartarak söylemek gerekirse, intrauterin yaşamdaki stres hormonlarına maruziyet, ileride yaşanacak olarak kronik hastalıkların habercisi olabilir. Bu yaklaşıma göre sezaryen sonucu doğan bebeğin ilk yıllarında meydana gelen enfeksiyonlar çok önemlidir. Örneğin, yetmişli yılların sonlarından itibaren Türkiye’de sezaryen oranlarında hızlı bir artış yaşandı. Sezaryen ile doğum, antibiyotik kullanımı, yeterli anne sütü alamama gibi daha önce bahsettiğimiz etmenler bebeklerin bağırsak mikrobiyotasını ciddi şekilde bozar, yani disbiyozise neden olur.
İlginç bir şekilde, ciddi bir önlem alınmazsa, bu bozukluk yetişkinlikte de devam ediyor. Dolayısıyla bu bireylerde, irritabl bağırsak sendromu (İBS), gastrit, kolit, çölyak gibi sindirim bozuklukları; MS, romatoid artrit, tip 1 diyabet, lupus, sedef hastalığı gibi otoimmün hastalıklar; artrit, fibromiyalji, kronik yorgunluk, alerji, astım, saman nezlesi, hormonal problemler, migren, nöropati, depresyon, anksiyete bozuklukları ve hatta nörodejeneratif hastalıklar gibi son derece ciddi tablolar gelişebilir. Tabi mikrobiyota ile ilişkili olarak nörodejeneratif hastalıkların ortaya çıkmasında genetik kodlar ve beslenme alışkanlıkları da büyük önem arz etmektedir.
Bebeklerde mikrobiyota sağlığında etkili olan faktörlerden biri de emzirmedir. Emzirme süresi için günümüzde genel kabul en az altı ay olsa da bu sürenin iki yıla kadar uzatılması birçok araştırmacı tarafından öneriliyor. Bebeklerin en az bir sene anne sütü ile beslenmesi, immunglobulinler, makrofaj, granülosit, T ve B lenfositleri gibi antimikrobiyal etkinliğe sahip unsurlar açısından mühim olduğu gibi, aynı zamanda bebeğin mikrobiyotası açısından da önemlidir. Anne sütü çeşitli bakteri ve virüslere karşı baskılayıcıdır. Dolayısıyla, yeterince anne sütü alan bebekler, çeşitli enfeksiyon hastalıkları ve alerjik hastalıklara karşı daha iyi korunurlar. Günümüzde anneler çalışma hayatından ve diğer bazı faktörlerden ötürü uzun süre emziremiyorlar. Bu da bebeğin mikrobiyotasının yeterince gelişememesi ile sonuçlanabiliyor.
Mikrobiyota topluma, ırka, cinsiyete bağlı bir değişkenlik gösteriyor mu? Yoksa temelde ortak bir mikrobiyoma mı sahibiz?
Mikrobiyota kişiden kişiye, ailede aileye, mahalleden mahalleye, şehirden şehre, ülkeden ülkeye bile değişiyor. Yani bu değişkenlik spektrumu çok geniş. Hatta çok gezen, değişik coğrafyalara seyahat eden, farklı probiyotik-prebiyotiklere daha fazla maruz kalan kişilerin daha sağlıklı oldukları, bazı hastalıklara yakalanma risklerinin daha az olduğu ileri sürülüyor. Bu insanların, mikrobiyotaları sayesinde enfeksiyonları daha iyi tolere etmeleri sağlanıyor. Başka bir deyişle mikrobiyota, farklı şartlara ayak uydurabiliyor böylece profilaktik bir etki sağlanıyor.
Mikrobiyom yakın yaşayan insanlarda, birbirinden etkileniyor. Örneğin Parkinson hastalarının %20’sinin eşlerinin de Parkinson hastası olduğu ve bu oranın da mikrobiyota etkisinden kaynaklandığı belirtilmektedir. Bir bireyin en yakın mikrobiyotası eşidir. Aynı evi kullananların mikrobiyotası birbirine benzer. Parkinson hastalarında mikrobiyota dengesinin bozuk olduğu bilgisi ile birleştirince bu durum hiç de şaşırtıcı değildir. Başka bir örneği de obezite üzerinden verebiliriz; obizete nerdeyse ailevi hastalık, obezlerin mikrobiyomları sağlıklı insanlardan oldukça farklıdır.
Dolayısıyla mikrobiyoma çeşitlilik kazandırmak için mümkün olduğu kadar farklı yiyecekler yenmeli, değişik lezzetler denenmelidir. Böylelikle doğal yollardan sağlıklı bir mikrobiyota sağlanabilir. Mümkünse her gün farklı besinler tüketilmelidir. Bu farklı besinlerin de bulunduğunuz coğrafyaya özgü yiyeceklerle sağlanmasının en doğru çözüm olduğunu söyleyebiliriz.
Mikrobiyota çalışmalarının artmasıyla sağlığa bakışta bir dönüşüm olacağını öngörebilir miyiz? Mikrobiyotanın korunması ya da bozulmuş bağırsak florasının yerine konması amacıyla gaita transferi yapılmasından sıklıkla söz edilir oldu. Bu işin başka yolu yok mu?
Gaita transferi, 1989 yılında kronik ishali olan bir hastada kullanılmasıyla günümüz tıbbında yerini almış oldu. Bu sürecin başarılı olması üzerine, dünya genelinde diğer tedavi yöntemleri ile sonuç alınamayan kronik ishal, ülseratif kolit, Crohn gibi inflamatuar bağırsak hastalıklarında yavaş yavaş kullanılmaya başlandı. Günümüzde pek çok metabolik immünolojik ve nörolojik hastalıkta uygulanmakta ve başarılı sonuçlar alınmaktadır.
Bağırsak mikrobiyotası, vücuttaki bariyer fonksiyonlarında ve homeostazın korunmasında rol oynar. Mikrobiyotanın homeostatik ve fizyolojik değişikliklere cevap verme yeteneği göz önüne alındığında bir endokrin organ olarak görülebileceğini bile ileri süren araştırmacılar var. Kanıta dayalı olarak, çok sayıdaki çalışma farklı faktörlerin bağırsak mikrobiyotasındaki değişiklikleri belirleyebileceğini göstermektedir. Söz konusu değişiklikler, bağırsak mikrobiyotasının kompozisyonunda ve metabolik aktivitesinde hem niceliksel hem de niteliksel değişikliklere yol açar. Bu durum hem sağlığı hem de farklı hastalık süreçlerini etkileyebilir.
Sağlıkta bir dönüşüm var; yaşam tarzı tıbbı denilen, gittikçe yaygınlaşan, daha bütüncül bir tıp anlayışı geliştiriliyor. Kişi sağlıklı yaşamak ve yaş almak istiyorsa, yaşam tarzını ona göre organize etmeli. Beslenme kadar uyku, stres yönetimi, egzersiz yapmak gibi diğer faktörler de çok büyük önem arz ediyor. Tüm bu faktörlerin mikrobiyotanın korunmasında çok önemli rolleri var. Stres yönetimi ile hipotalamus-hipofiz-adrenal bez (HPA) aksının korunması lazım. Günümüzde sempatik aktivitemiz olması gerekenden çok daha aktif çalışıyor. Rahatlamayı, gevşemeyi öğrenmeliyiz. Düzenli ve yeterli uyumak optimal sağlık için elzem. Örneğin uykusuz kaldığımız geceyi takip eden gün, rafine karbonhidratlı ve şekerli besinleri tüketme eğilimimiz artıyor. Sadece bu bile bağırsaktaki mikrobiyal dengeyi bozmaya yetebilir. Beslenme ve mikrobiyota ilişkisi zaten herkesin malumu. İnsanlar arasındaki bağırsak mikrobiyotasındaki farklılıklar göz önüne alındığında, her insana ait en uygun diyetin kendi bağırsak florasına göre ayarlanması gerekir. Gıda yoluyla sağlığı giderek daha fazla değiştirebileceğimiz ve besinlerin mikroorganizmalar ya da metabolitlerimiz üzerindeki etkilerini ölçebileceğimiz, daha iyi anlayabileceğimiz bir döneme giriyoruz. Liflerin sağlıklı bir mikrobiyom için anahtar besin maddesi olmasına karşın, şeker ve yağ konusundaki bitmek bilmeyen tartışmalar nedeniyle önemi adeta göz ardı edilmektedir. İlaçların ve işlenmiş gıda bileşenlerinin mikrobiyota üzerindeki olumsuz etkileri zaten aşikâr. Öte yandan, son yıllarda yapılan çalışmalar, egzersizin faydalı mikrobiyal türlerin sayısını artırabildiğini, mikroflora çeşitliliğini zenginleştirebildiğini ve komensal bakteri gelişimini iyileştirebileceğini göstermektedir. Mikrobiyal kompozisyondaki değişikliklerin belirlenmesinde çevresel faktör olarak egzersizin oynadığı rol çok önemli. Sözünü ettiğimiz bu bütüncül yaklaşım, kronik hastalıkların tedavileri için çok önemlidir. Hepsini düzenlemeden, hayat geçirmeden iyileşme pek mümkün olmuyor maalesef.
Beslenmenin nörodejeneratif hastalıklarla ilişkisi nedir? Bu tip hastalıklara karşı koruyucu beslenme şekli için önerileriniz var mı?
Çok yakın bir ilişki olduğu düşünülüyor ama tek faktör de beslenme değil. Uyku, stres yönetimi ve fiziksel egzersiz de oldukça önemli. Beslenme ve nörodejeneratif hastalıklarla alakalı günümüzde pek çok çalışma yapılıyor. En ses getirenlerinden biri ABD’de 200 Alzheimer hastasıyla yapılmış. İlk etapta bu hastaların hepsinden gluten kesilmiş ve öğünler ikiye indirilerek özel bir beslenme rejimi uygulanmış. Bunun yanında açlık süreleri genelde gece olmak üzere 12-14 saate kadar uzatılmış. Hastalardan elde edilen sonuçlar muazzam olmuş. Hastaların neredeyse tamamında Alzheimer progresyonu durmakla kalmamış, aynı zamanda bu hastalardan normal kognitif ve fizyolojik faaliyetlere dönüşler yaşanmış. Sonuç olarak bu ve benzer beslenme programlarının sağlıklı insanlarda da koruyucu etki göstermesi için kullanılabileceğine dair çalışmalar yapıldı ve yapılmaya devam ediyor.
Son araştırmalar doğrultusunda beyni ve tüm sinir sistemini koruduğunu gösteren çeşitli müdahale araçları mevcut olduğu ortaya konmuştur. Örneğin balık ve alglerde bulunan, uzun zincirli bir omega-3 yağ asidi olan dokozahekzaenoik asit (DHA), beyin sağlığı için oldukça önemlidir. Vücudumuz DHA’yı keten tohumu gibi bitkilerde bulunan alfa-linolenik asitten sentezleyebilir, ancak bunu çok yavaş ve verimsiz yapmaktadır. Beyin %60 yağdan oluşur ve bunun %8’i DHA’dır. DHA, hücrelerin işlevlerini sürdürebilmeleri için gerekli maddeleri vererek, sistemin dejenere olmasını önlemeye çalışır. Beslenmemizdeki DHA kaynaklarını arttırmak önem arz etmektedir.
Sağlıklı yağ kaynakları aynı zamanda beyin sağlığı için kritik öneme sahiptir. Son yıllarda yapılan çok sayıda araştırma, sebzeler, balıklar, kabuklu yemişler, tohumlar ve zeytinyağı gibi besleyici yağlar bakımından zengin olan Akdeniz diyetinin Alzheimer ve kardiyovasküler hastalık riskini azalttığına işaret etmektedir. Nörodejeneratif hastalıkların önlenmesi hususunda umut vaat eden bir diğer diyet tipi, karbonhidrat bakımından düşük, yağ ve protein bakımından zengin olan ketojenik diyettir. Birçok çalışmada, bu yeme biçiminin hem Alzheimer hem de Parkinson hastalığında inflamasyonu azalttığı, oksidatif stresi önlediği ve hücre ölümünü sınırlandırdığı gösterilmiştir.
Bir zamanlar beynin yaşam süresi boyunca fazla değişmediği düşünülürdü. Son on yılda, beynin nöroplastisiteye sahip olduğu yani, büyümek, tamir etmek ve değişmek için muazzam bir yeteneğe sahip olduğu fark edildi. Beynin yenilenme yeteneğinin kilit faktörlerinden biri, beyin kökenli nörotrofik faktör (BDNF) olarak adlandırılan bir büyüme faktörüdür. BDNF’nin nörogenezi uyardığı ve kalori kısıtlamasına gidildiğinde arttığı gösterilmiştir. Ketojenik diyette olduğu gibi kalorik kısıtlama da oksidatif stresi ve inflamasyonu azaltır, hücre ölümünü önler.
Glutensiz ve ketojenik beslenme gibi güncel beslenme programları ile sporcuların aldığı protein takviyeleri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Ketojenik diyet, çok düşük karbonhidrat içeren fakat yüksek yağ içeren bir diyet türüdür. Düşük karbonhidratlı diyetlerin birçok ortak noktası vardır. Ketojenik diyette karbonhidrat alımını büyük ölçüde azaltılırken, yağ miktarı arttırılır. Karbonhidratın azaltılması sonucu, vücut ketoz adı verilen bir metabolik duruma gelir. Vücut enerji için yağ yakmaya başlamış demektir. Yani yağ karaciğerde, beyne enerji sağlayan ketonlar haline gelmeye başlamıştır. Sürekli böyle beslenilmesi sürdürülebilir bir durum değildir. Ketojenik diyetin uzun süre uygulanması sağlık için bazı riskler de içerebilir. Selenyum, magnezyum, fosfor, B ve C vitaminleri dahil olmak üzere mikro besinlerdeki eksiklikler için risk oluşturabilir. Ayrıca, metabolize etmek için fazla yağ kullanımına bağlı olarak karaciğer sorunları ve protein metabolizmasına bağlı olarak böbrek sorunları gelişebilir.
Ketoflex diye adlandırılan yarı ketojenik diyet ile ilgili çalışmalar var. Bu diyette yağ oranı artırılıyor ve diyet programına meyve, karbonhidrat ekleniyor. Normal ketojenik diyette karbonhidrat yok denecek kadar az. Nörodejeneratif hastalarda esnek ketojenik diyetleri uygulayanlar var. Doğrudan ketojenik yerine yarı-ketojenik diyetler uygulanarak bazı hastalıkların durdurulabildiği öne sürülüyor. Sağlıklı insanlarda da zaman zaman uygulanabilir.
Tahıllarda bulunan gluten, glutenin ve gliadin proteinlerinin kompleks olarak bir arada bulunduğu protein bir yapıdır. Glidain peptidinin, zonulin sinyal yolağını aktive ederek, bağırsakların geçirgenliğine neden olduğu gösterilmiştir. Dolayısıyla, tahıllarda bulunan gliadin molekülleri bağırsak geçirgenliğine neden olur diyebiliriz. Geçirgen bağırsak sendromu olarak son dönemde popüler olan bu patolojide; tam olarak sindirilmemiş besin parçacıkları, gliadin molekülleri, bağırsaktaki patojen bakteriler kan dolaşımına geçer. Bu durum kronikleşirse, sistemik inflamasyonlara, immün toleransın azalmasına, otoimmün hastalıkların görülmesine yol açar.
Ciddi spor yapan kişiler için çeşitli protein ve aminoasitleri takviyeleri kullanılabilir. Ancak bunların takviye şeklinde dışardan alınması kesinlikle bir hekim kontrolünde olmalıdır. Bu konuya hâkim, iyi bilgisi olan kişilerden öneri almaksızın kullanılmamalıdır.
2016 Nobel Fizyoloji veya Tıp ödülünü otofaji üzerine yaptığı çalışmalar ile Yoshinori Ohsumi almıştı. Bu bağlamda 2-4 gün arası sadece su içilerek yapılan ve adına “otofaji diyeti” denilen yaklaşımın bazı kök hücrelerinin immün hücrelere dönüşümü hızlandırdığı ve eski-hasarlı hücrelerin yıkımını dolayısıyla da otofajiyi kolaylaştırdığı düşünülüyor. Böylesi bir diyetle; kanser, diyabet ve kardiyovasküler hastalıklardaki zararlı hücrelerin öldürülmesi ve yerine yenisinin gelmesinin kolaylaştırılması düşünülebilir mi? Açlık bir tedavi şekli midir?
Açlık kesinlikle bir tedavi şeklidir. Vücudun öncelikleri var, vücut hipoksi, kaza gibi tehlikeli durumlarda öncelikle beyni korumaya çalışır. Bağışıklık sistemi ve beslenmenin yakın ilişkide olduğunu biliyoruz. Çünkü bağışıklık sisteminin önemli unsurlarından biri bağırsaklardadır. Dolayısıyla sindirim sistemini çok fazla yormamamız gerekir. Sindirim enzimleri yaklaşık 4-5 saatte bir üretiliyor. Her yarım saatte ağzınıza yemek için bir şeyler atarsanız ya da sakız çiğnerseniz, her seferinde midede, pankreastan, safra kesesinde üretilen sindirim enzimleri salgılanır. Bu vücut için enerji kaybı demek. Sindirim enzimlerini üretmek ciddi bir ATP yüküne mal olur. Dolayısıyla sık ve az beslenilmesini gerektirecek bir durum yoksa, 4-5 saatlik aralıklarla beslenilmeli. Kısa süreli aç kalmanın yararları üzerine çok sayıda çalışma var. Özellikle ABD’de bir araştırmacı grubu Alzheimer hastalarında yarı ketojenik diyet ve günde minumum 12 saatlik açlık uyguluyor. Bu 12 saatlik aç kalma süresini aslında gece orucu olarak adlandırabiliriz. Hastalar akşam yemeğiyle sonraki ilk öğün arasında aç kalırlar. Bayağı olumlu sonuçlar aldıklarını yayınlarından takip ediyoruz.
Alışıldık beslenme biçimimiz günde üç öğün yemek üzerine kuruludur. Klasik metinlerde iki öğün yemek önerilirken, günümüzde ise daha sık ve az beslenin deniyor. Herkes için geçerli bir beslenme sıklığından söz edebilir miyiz? Bu hususta yapılmış çalışmalar mevcut mu?
Üç öğünün kapitalist düzenin dayatması olduğunu düşünüyorum. Sık sık beslenmeyi gerektirecek bir endikasyon yoksa, üç öğünün vücuda çok büyük bir yük olduğu kanısındayım. Şeker hastalarında durum farklı olabilir. Onların dışında, normal sağlıklı ya da herhangi bir endikasyonu olmayanların sık beslenmelerinin gereksiz yorucu olduğunu düşünüyorum. Çünkü vücuda ciddi bir ATP yükü oluyor, açıkça bir enerji israfı. Az ve dengeli beslenmeliyiz. Vücut kitle indeksi 17-18’e düşsün de demiyorum, kararında olmalı. Sık aralıklarla yemek yemenin ülkemiz için de çok ciddi problemler teşkil ettiğini düşünüyorum. Bilimsel çerçeve ışığında önlemler alınmalı.
Bu bağlamda aralıklı açlıktan [intermittent fasting]bahsetmek istiyorum. Aralıklı açlık, genel sağlığı iyileştirmek için kısa süreli açlıklarla birlikte kullanılan, bir gün boyunca normal yemek yeme zamanını değiştiren çeşitli yaklaşımları tanımlamak için kullanılan genel bir terimdir. Başka bir deyişle, aralıklı aç durma, bireylerin normal gece açlıklarından daha uzun süre periyodik olarak aç kalmalarıdır. Aralıklı açlık günün bir öğününü atlamak, gece açlık süresini 12 ila 20 saat arasında herhangi bir süreye uzatmayı ifade edebilir.
Aralıklı açlık, vücut ağırlığındaki ve vücut yağ yüzdesindeki azalma ile ilişkilidir. Yaklaşık 18 ile 24 saatlik açlık süresince hücrelerimiz, birincil yakıt kaynağı olan glikoz kullanımından yağ kullanımına geçmektedir. Bu, yağ depolarımızın, yani trigliseritlerin, parçalara ayrıldığı ve enerji için kullanıldığı anlamına gelir. Yakıt için proteinlerin parçalanması, açlığın üçüncü gününe kadar başlamaz. Bu nedenle, aralıklı açlık kas kütlesini korumak veya hatta kas kütlesi kazanmak isteyenlerde bile sağlığı optimize etmek için bir seçenek olarak uygulanabilmektedir.
Birçok çalışma aralıklı açlığın toplam kolesterolün yaklaşık %20 oranında azalmasına yol açabileceğini göstermektedir. Ayrıca, trigliseritlerde aralıklı açlık uygulanmadan önce ölçülen seviyelerin yaklaşık %30 altına düştüğünü gösteren çalışmalar da mevcuttur. Aralıklı açlık bunun yanında vücuttaki inflamasyonu da azaltabilir. Astımlı erişkinlerde günaşırı aç durmanın etkisi değerlendirilmiş ve oksidatif stres ve inflamasyon belirteçlerinde çarpıcı düşüşler ile birlikte semptomlarda bir azalma tespit edilmiştir.
Aralıklı açlık süreci beyin sağlığını iyileştirebilir. Birçok çalışmada, böylesi bir beslenme düzeninin motor koordinasyon ve öğrenme yanıtında iyileşmeye, oksidatif stresin de azaltılmasına yardımcı olduğu gösterilmiştir. Bu nedenle, aralıklı açlık, beynin sağlıklı yaşlanmasını düzenleyebilir ve genellikle yaşlanmanın normal bir parçası olarak kabul edilen bilişsel düşüşü azaltabilir.
Kronik nöroinflamasyon, Alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıklar ve depresyon gibi duygu durum bozuklukları ile giderek artan oranda ilişkilendiriliyor. Bir çalışmada, sıçanlarda nöroinflamasyon belirteçlerinde aralıklı açlığın rolü incelenmiş ve bu diyet yaklaşımının gen ekspresyonunu değiştirdiği bulunmuştur. Bu da aralıklı açlığın, nöroinflamasyonla ilişkili koşullarda yararlı bir rolü olabileceğini düşündürmektedir.
Şunu da belirtmek gerekir ki; aralıklı açlık herkes için uygun olmayabilir. Hamilelik ve emzirme sırasında aralıklı açlıktan daima kaçınılmalı ve genellikle adrenal yorgunluk sendromuna ya da daha spesifik olarak ifade edecek olursak HPA aksı fonksiyon bozukluğuna neden olan stresin arttığı zamanlarda uygulamadan kaçınılmalıdır. Ek olarak, beslenme yetersizlikleri, elektrolit anormallikleri ve aşırı diyetler uygun bir denetim yapılmadan yapılırsa, potansiyel olarak daha ciddi riskler dahil, çok düşük kalorili diyetlerle ilişkili sağlık risklerini ortaya çıkarır. Aralıklı açlık, sizin için doğru zamanda ve dikkatli bir şekilde yaklaştığında kilo kaybı ve genel sağlık için büyük bir strateji olabilir. Aralıklı açlıkla ilgili riskler olabilir dolayısıyla bu riskleri iyi değerlendirecek, deneyimli bir hekim rehberliğinde uygulamak gerekir.
Gıda sektörü dünyada şu anda en fazla harcamanın yapıldığı sektörlerden biri. Ve anlaşılan o ki geçtiğimiz bin yıla bakıldığında beslenme alışkanlıklarımız çok fazla değişmiş durumda. Gelecekte bu beslenme alışkanlıklarının değişmesi ile insan morfolojisinde ne gibi değişiklikler gözlenebilir?
Vücut kitle indeksi düşer ve daha sağlıklı bir yere gidebilir diye düşünülebilir. Ama gidişat öyle değil, bu kadar paketli gıda ile devam edersek, katkı maddeleriyle, insan fizyolojisine uymayan, endüstriyel gıdaları bırakmazsak başımızın çok derde gireceğini düşünüyorum. Sağlık Bakanlığının araştırmasına göre, Türkiye’deki erkeklerin %20,5’i ve kadınların %41’i obez. Yerel halkın %33,1’inin klinik olarak obez olduğu Doğu Karadeniz Bölgesinde şişmanlık daha yaygın. Özellikle kadınlarda obezite ve şişmanlık oranı %56,7 ile hem Avrupa Birliği ortalamasının üzerinde hem de Avrupa ülkeleri arasında en kötüsü. Türkiye en kilolu ülkeler sıralamasında erkeklerde 15’inci, kadınlarda ise ilk sırada yer alıyor.
Türkiye’de 20-30 sene önce bu kadar obez ya da kilolu insan yoktu. Şimdiki çocuklar yiyeceklerden edindikleri enerjiyi zaten harcayamıyorlar, bir de devamlı yüksek kalorili paketli gıdalar tüketiyorlar. Çocukluğumuzu hatırlıyorum; hepimiz zayıf ya da normal kiloda çocuklardık. Şimdi sınıfların yarıya yakını fazla kilolu çocuklarla dolu. Besin kalitesi de çok önemli, bu şekilde kalitesiz beslenmeye devam edilirse kronik hastalıklar ve obezite kaçınılmaz bir şekilde artacak. Ciddi bir endokrin bozukluğunun başladığını söyleyebiliriz. Yediklerimizin kalitesi ve miktarı değişmeli.
Bize vakit ayırarak düşüncelerinizi paylaştığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim.