Suriye-Azez Soran Köyünde Bir Yardım Gönüllüsünün İzlenimleri

| Murat Can Çelik |

İnsani yardım belki insanlığın tarihi kadar eski bir kavram olabilir, ancak dünya gündeminde kendine sürekli bir yer edinecek düzeyde yaygınlaşması son yılların bitmek bilmeyen savaşlarının getirdiği bir durum. Yaşım müsaade ettiğince geriye gittiğimde sadece Afrikalı çocukların açlıktan ölmemesi için yapılan kampanyalar vesaire geliyor aklıma. Lakin bugün, ülkemizin doğusunda kalan hemen hemen her coğrafya için ayrı bir insani yardım kampanyası mevcut.

İnsani yardım kervanına 23 Nisan 2019 tarihinde, bir yardım kuruluşunun gönüllü öğrenci tecrübelendirme programı kapsamında, Suriye’nin Azez bölgesinde yer alan Soran Köyü’ne yolculuk ederek ben de katılmış oldum. TİKA’nın inşa ettiği ilkokullardan birinde organize edilen 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı temalı programın hayata geçiriliş sürecinde aktif rol aldım. Program toplam bir gün iki gece sürdü. Geceyi yolda ve havalimanında konakladığımız otelde, gündüzü ise Suriye sahasında geçirdim.

22 Nisan’da İstanbul’dan kalkan uçak ile Gaziantep’e indim. Oradan Kilis’te kalacağımız otele geçtim. Ben, benim gibi başka gönüllüler ve organizasyon ekibi olmak üzere toplam 15-20 kişi civarındaydık. Çoğunluğumuz yardım kuruluşunun kurumsal ve maaşlı personeli olan  organizasyon ekibinden müteşekkildi. Gönüllüler arasında farklı şehirlerden gelen beş tıp öğrencisi ve bir rehberlik dersi öğretmeni vardı. Geceyi otelde geçirdikten sonra 23 Nisan sabahı eşyalarımızı hazırlayıp araca yükledik, ekibin sorumlusu bize kısa bir konuşma ile orada karşılaşabileceğimiz durumlardan bahsetti. Konuşma bitti, hepimiz büyük heyecanla dolduk ve yola çıktık. Yarım saat içinde sınıra kadar geldik. Sınır kapısındaki büyükçe ‘‘Suriye Arap Cumhuriyeti’’ yazısı ve yeni Suriye bayrağı dikkatimi çeken ilk simgelerdi. Daha sonra aracımızın şoförü Milli Eğitim Müdürlüğü’nden geldiğimizi söyledi ve rahatça içeri girdik. Bekçiler eskimiş asker kamuflajları, çok uzun sakalları ve ellerinde kalaşnikof silahlarıyla bize gülerek el salladılar. Arkalarında duran küçük kulübe ise ağzına kadar silah ve cephane doluydu.

Azez’e girdikten sonra ilgimi ilk cezbeden, hemen her duvarda, hem Arapça hem Türkçe halleriyle yazılı olan ‘‘Kardeşlik Sınır Tanımaz‘‘ ifadesi ve yanlarında basılı Türk bayrağı ile Suriye Arap Cumhuriyeti bayrağı oldu. İnsanlara bir mesaj verilmeye çalışılıyor diye düşündüm. Sonra bunun doğruluğu ve etkinliği hakkında farklı düşüncelere daldım ancak yola devam ettikçe bunlar yerini başkalarına bıraktı.

Azez’in içine doğru girdik. Yol tamamen topraktı ve genelde kamyonet veya motosiklet kullanılıyordu. Evlerin çoğu yıkılmıştı, çadırlarda yaşayan insanlar vardı, yeni inşaatlar da vardı ama kesinlikle tozdan topraktan temizlenmiş herhangi bir yer yoktu. Havaya keskin bir mazot kokusu hakimdi. Daha sonra bu kokunun yerli halka satılan işlenmemiş, arıtılmamış mazottan ötürü olduğunu öğrendim. Toz bulutu içerisindeki dükkanların önünde oturan insanlar vardı ve hayat öyle ya da böyle işlemeye başlamıştı.

Soran tarafına dönüp ilerledikçe etraftaki görüntünün Şanlıurfa’nın köylerinden çok farklı olmadığını fark ettim. Lakin bu bir yanılsamaydı ve beni Suriye’nin durumunun abartıldığı düşüncesine sevk etmişti. Çünkü köyün daha girişindeydik ve terör örgütü buradan çıkarılmadan önce asıl zararı köye vermişti. Yani benim gördüğüm bir anlamda ‘‘sağ kalan’’ topraklardı.

Bir süre sonra savaşın izlerini görmeye başladım. Halka elektriğin ulaşmaması için kesilmiş elektrik tellerinin direklerden aşağı sarkan görüntüsü, terör örgütünün karargahı olduğunu ve TSK uçakları tarafından bu hale getirildiğini öğrendiğim yıkılmış binalar, başıboş ve bu yüzden çamur içinde kalmış tarlalar, iri iri kurşun izleriyle dolu ev, bahçe, dükkan duvarları ve suçluyu tanımlayıcı şekilde paramparça edilmiş mezar taşlarıyla bir mezarlık bunlardan hafızamda kalanları.

Ancak bunca kötü manzaranın içerisinde bir de güzellik vardı: Beni götüren yardım kuruluşu tarafından yaptırılan, doktor ve eczacı dahil tüm çalışanları yerli olan, şu anda da aktif hizmeti sürdüren ve hatta biz oradayken yeni bebeklerin dünyaya sağlıklı şekilde gelmesi için gerekli hizmeti verdiğine şahit olduğumuz Kadın ve Çocuk Sağlığı Merkezi.

Yardım yapılan yerlerde kalıcı hizmetler bırakmak oldukça önemli. Yoksa kurşun yarası olan bir bireye ağrı kesici vermekten başka bir şey olmayacaktır yaptığımız. Yardıma muhtaç bölgelerde böyle merkezler açmak ve bununla yetinmeyip, yerli halkı merkezlerde çalışabilmeleri, hizmet üretebilmeleri için eğitmek yapılması gereken şeylerden biri, hatta belki bu aşamada en kritiği. Çünkü bu eğitimler halkın kendi kendine yetebilmesini, öz kalkınmanın ve iyileşmenin sürekli hale gelmesini sağlayabiliyor. Sonuçta ülke insanının kendilerine güvenleri yeniden inşa ediliyor ve sizden sonra da bölgede yaşanacak olumsuzluklara bölge halkı kendi içinden çözümler üretebilecek düzeye geliyor.  Böylece siz, 3-5 ay sonra geri dönmek üzere ayrıldığınızda da oradaki insanlara yardım etmeyi sürdürmüş olabiliyorsunuz. Yani kurşun yarasını temizleyip kapatabiliyor ve iyileşmesi için gerekli şartları sağlamış oluyorsunuz. Yetişmiş insan kaynağı sağlanmadığı sürece ise dışarıdan birilerinin gelip işleri yoluna koymasını beklemekten başka yapacak bir şeyleri olmuyor insanların. Bu da onları özgüvensizliğe, iş bilmezliğe ve tembelliğe itebiliyor. Bunun sonucunda o bölgelerdeki kaos ve kriz hali bir türlü bitemiyor. Bunun en büyük örneğini Avrupa ülkelerinin yıllarca sömürüp bıraktığı Afrika ülkelerinde görebiliyoruz.

Yolculuğumuza devam ediyoruz. Kadın ve Çocuk Sağlığı Merkezini gezip hakkında bilgi sahibi olduktan sonra nihayet okula geldik. Silahlı adamların beklediği büyük, siyah kapısından içeri girdik. Çocuklar arabanın etrafını çevirdiler. Bizim geleceğimizden haberdardılar. Pencerelere ellerini uzatıyorlar ve ellerimize dokunmak istiyorlardı. Ben de elimi uzattım ve 15-20 çocuk birbirlerinin üzerine çıkarak elimi tutmaya çalıştılar. Durum rahatsız edici bir hal almaya başlarken şoförün uyarısı üzerine elimi çektim ve pencereyi kapattım. Sonra bunu her gelene yaptıklarını öğrendim.

Onları bırakıp etkinliği yapacağımız alana geçtik. Biz her şeyi hazırlayana kadar çocuklar içeri alınmayacaktı. Etkinlik kısaca iki bölümden oluşuyordu: Çocuklara boyama yaptıracağımız bölüm ve hediyeler dağıtacağımız bölüm. 1000 civarı çocuk olduğundan iki bölümü aynı anda başlattık. Çocukların bir kısmı hediyelere bir kısmı ise boyaya geldiler. Doğal olarak bir kargaşa hakimdi. Ben ilk önce boya kısmında görev aldım. Kalabalıktan ve dil sorunundan ötürü çocukları nizami biçimde boya masalarına almakta zorlandık. Güçlükle devam ederken bir çözüm buldum: Birkaç seferdir içeri girmeyi bekleyen Lurr isimli çocukla bir şekilde tanıştım ve yine bir şekilde ondan arkadaşlarına dönüp beklemelerini, sırayla herkesi alacağımızı söylemesini istedim. O da öyle yaptı. İlk defa burada sağlıklı biçimde iletişim kurabildik. Zamanla bu iletişim ilerledi. Hatta öyle bir seviyeye geldi ki Lurr bizden yani gönüllülerden biri gibi davranmaya ve benimle birlikte gelip alandaki organizasyonu sağlamaya başladı. Örnek olarak, elime verilen birkaç düzine küçük Türk bayrağını dağıtırken çıkan kaos ve Lurr ile bunu nasıl düzelttiğimizi anlatabilirim.

Bayrakları bana verip dağıtmamı istediler. Çocuklar ise dağıtılan hediyelere adeta saldırıyorlardı. O yüzden sırayla veya farklı bir düzen içinde dağıtımı gerçekleştirmek imkansızdı. Bir şeyler düşünmeye çalıştım. Lurr’a önce bir tane bayrak verip onu ayırdım. Geri kalanlara da bazı teknikler deneyerek düzenli ve eşit biçimde dağıtmaya uğraştım. Lakin çok geçmeden çocuklar üzerime çıkmaya ve bayrakları elimden kapmaya başladılar. Ben de son bir hamle ile onları bıraktım ve alabilen herkes alabildiği kadar alıp dağıldı. Yere düşen ve üzerine basılan bayrakların yanı sıra, bayrak alamayan çocuklarla birden fazla bayrak alan çocuklar olmuştu. Ben duruma üzülüp ne yapmam gerektiğini düşünürken Lurr arkamdan beni dürttü ve ‘’bayrak yerde kalmasın’’ der gibi bir ifade takınarak yerden topladığı yırtık bayrakları bana verdi. Onun elindekileri aldım, ardından birlikte yerdeki diğer bayrakları topladık. Yerden bayrak toplama işi bitince bu sefer iş bayrak dağılım eşitliğini sağlamaya gelmişti ve burada da başrol Lurr’undu.

Yanıma gelip hareketleriyle bana hiç bayrak alamadığını anlatan bir çocukla başladık. Onu da yanımıza alıp alanı gezmeye ve elinde birden fazla bayrağı olanları tabiri uygunsa ‘’avlamaya’’ başladık. Yanlarına gittiğimizde Lurr’a ne istediğimizi işaret ediyordum, o da benim işaretlerimi Arapça’ya çeviriyor, bayrağı alıyor ve bana veriyordu böylece adaleti sağlamaya çalışıyorduk. Bir süre bunu yaptıktan sonra, yanımıza gelen son çocuk için alabileceğimiz başka bayrak olmadığını fark ettik. Ben çocuğa ellerimle bayrak olmadığını anlatırken Lurr yanımdan elini kaldırıp çocuğa kendi bayrağını verdi ki burada adaletin de üstüne çıktı ve fedakarlık mertebesine ulaştı. Gün biterken vedalaştık onunla ve başka bir terör örgütünün kontrolü altında olan bölgeye doğru, tek başına, sırtında çantasıyla yürüyüşünü izledim.

Lurr ile tüm bunlar yaşanırken bir yandan da etkinlik devam ediyordu. Biz ve çocuklardan başka okulun personelleri, etrafta silahla dolaşan Türk askerleri ve Suriyeli askerler, ayrıca çocukların anneleri vardı. Annelerle alakalı olarak dikkatimi çeken bir durum oldu: Hediyeler dağıtılırken çocukların birbirlerini ezme pahasına ellerimize ulaşmaya çalıştıklarına bizzat şahit olmuştum ki birbirlerini ezdiler de. Sonra arkalarına bakmadan aldıklarıyla uzaklaşıp gitti çoğu. Anneleri de izledi bu durumu ama öyle kabullenmişlerdi ki, hiçbirinin kılı kıpırdamadı. Tabii durumu kabullenmiş olmaları benim gözlemimden çıkardığım yorumum. Yine de benim çocuğumun aynı durum içerisinde bulunma ihtimalini düşününce, orada gördüğüm anneler kadar sakin ve tepkisiz kalabileceğimi sanmıyorum.

Annelerin kabullenişi düşüncesi beni başka düşüncelere ve o düşünceler de etkinlik özelinde kuruma, genelde ise ‘’insani yardım’’ anlayışımıza dair eleştirilere/yorumlara yöneltti. Bunlardan birkaç tanesini sıralayıp sonra düşünebildiğim çözüm önerilerini paylaşmaya çalışacağım.

  1. Maaşlı Çalışan-Gönüllü Dengesi ve Eğitim Sorunu: Faaliyetleri düzenleyenler kurumlar olsa da hayata geçirenler birey olarak insanlardır. Yardım kurumlarında faaliyetleri yöneten ve gerçekleştiren insanların bir kısmı maaşlı eleman olurken bir kısmı ise gönüllü oluyor ki benim tecrübemde de bu böyleydi. İkisinin de avantajları olduğu gibi dezavantajları mevcut.

Yüksek duygularla ve insanlığın geleceğine dair umutlarla gerçekleştirilmesi gereken bu tarz organizasyonlar çalışanlar için sıradan bir ‘‘iş’’ olmaktan öteye geçemediklerinde etkinlikler amacından sapabiliyor, fayda yerine zarara varan sonuçlar görülebiliyor.

Gönüllüler ise olaya sadece duygu tarafından bakabiliyorlar. Bunun da aşırıya kaçtığı hallerde yardımı alanlara karşı yanlış davranışlar meydana gelebiliyor ve hatta insani yardımın imajı zedelenebiliyor.

İkisi için ortak çözüm önerim ise eğitim. Sahaya inmeden önce etkinliğin içeriğine dair brifinglerle veya pratiklerle eğitimler yapılmalı ve hem gönüllüler hem çalışanlar sahaya inmeye yetkin, koşullardan haberdar ve onlara hazır hale getirilmeli. Benim katıldığım organizasyonda eğitimi de çalışan-gönüllü dengesini de eksik buldum ve sahada bunun zarar verici sonuçlarına şahit oldum.

  1. İnsani Yardımın Rutin Bir Faaliyet Halini Alması ve Kurumlar Arası Rekabet: Yardım kurumlarının reklamlarının her gün artışına şahit oluyoruz. Kampanya duyurusu için reklam yapılıyor, faaliyet planlanıyor, faaliyet gerçekleştiriliyor, her aşama fotoğraflanıyor ve sosyal medyada paylaşılarak tekrar reklam yapılıyor. Bu durumun bir yerden sonra yapılan hayırlı işleri diğerlerinden farksız bir hale getirdiğini başka bir deyişle rutin hale getirdiğini hissettim tecrübem boyunca. Çalışanlar, katıldıkları onlarca organizasyondan biri olarak görüyorlardı sanki bunu ve onlar için sıradan bir faaliyetti. Çocuklar katılımcı, biz organizatör, okul saha ve geri kalan her şey araç gereç kategorisine giriyordu. İnsanları anlamak veya onlara dokunmak değil, onlara “yardım edip kaçmak” daha sonra da bunun fotoğraflarını paylaşarak “şurada şu etkinliğe katıldık” tarzında resmi bir yazıyla bunu herkese duyurmaktı sanki amaç. İnsanlığın kurtuluşu için değil bir derneğin büyümesi için çalışıyorduk sanki. Bu böyle olmasa da gönüllü bir gence böyle hissettirmiş olması yeterli.

Çalışmalar sıradanlaşınca asıl niyetten de uzaklaşma meydana geliyor. Asıl amaç sosyal dayanışmayı arttırmak, dertli olan insanı dertten kurtarmak olarak belirlenmiş iken en başta, sonraları ‘‘benim kurumum daha fazla faaliyet yaptı bana gelin’’ anlayışına dönüşebiliyor. Kısacası insani yardım dayanışacak, yardımlaşacak bir alandan rekabet edilen bir alana dönüşüyor.

Bunun farkına varıp kendi kurumumuzun ismini parlatmak, yapılan faaliyet sayılarına odaklanmak yerine işin kalitesine odaklanmak gerekiyor. Asıl hedefleri ve ilkeleri hatırlayıp onlara dönerek gerçekten insana yardım etmeye kendimizi verebilirsek kısa ve uzun vadede daha olumlu sonuçlar alabiliriz.

  1. Hediye Dağıtırken Günlük Düşünme: Orada içlerinde pamuk şeker gibi, ancak anlık bir fayda/haz sağlayabilecek hediyeler dağıttık. Oysa ki bunlara harcanan para ve enerjinin kalıcı ve faydalı fikirlere harcanması daha doğru olabilirdi. Aynı zamanda çocuklara, pamuk şeker gibi, bizden sonra bulamayacakları ama belki annelerinden isteyebilecekleri, zaten durumdan sıkılmakta olan annelerin de bir kat daha sıkılmasına sebep olacak hediyeler dağıtmamış olabilirdik böylece.
  2. Çocukların Geleceği: Dile kolay sekiz yıldır savaşın içinde yaşayan çocuklardı orada birlikte olduklarımız. Her günlerini silah sesleri ve görüntüleri, kurşun izleri, şehit cenazeleri ve savaşı andıran her ne var ise onlarla geçiriyorlar bu çocuklar. Savaştan dolayı kendilerinden olanları, yani ailelerini öldürenlere karşı kin ve nefret ile, intikam duygusu ile büyüyorlar. Buna rağmen biz oraya gittiğimizde çocuklara Türkiye ve Suriye Arap Cumhuriyeti bayrakları boyattırdık, yanında buna benzer etkinliklerle Suriye’ye aitliğe dair milli bilincin yanı sıra Türkiye’nin mutlak dost olduğu mesajını verdik. Çocukların milli bilinç ile yetişmeleri ve dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmeleri tabii ki önemli ancak bence bu insani yardım kuruluşlarının görevi değil. Bizim orada bu çocukların büyüdüklerinde kendileri gibi düşünmeyene saldırmalarını, ellerine silah alıp dağlara çıkmalarını veya bir diktatöre dönüşmelerini engelleyecek faaliyetlerde bulunmamız gerekirdi.

Sadece bizim gittiğimiz okulda değil, her yerde binlerce, milyonlarca çocuk savaş psikolojisinin içinde büyüyor. Eğer onlara yönelik çalışmalarımız, eğitimlerimiz ve yardımlarımız bu psikolojinin sağlıklı bir aidiyet ve insani ilişki psikolojisine çevrilmesine odaklanmaz ise, korkarım bundan 10-15 yıl sonra, yani savaşın çocukları 20’li, 30’lu yaşlarına geldiklerinde, şu ankinden çok daha büyük bir terör problemi dünyada var olacak.

Hepsinden sonra bence asıl çözüm, kurşun yarasını iyileştirmek değil; kurşunu atan silahı yok etmek ve o silahı tutan ellerin sahibini etkisiz hale getirmekten geçiyor. İnsani yardım var olmaya ve büyümeye devam etmeli evet, ancak her gün, misal 1000 yeni insan yardıma muhtaç hale gelmeyi sürdürürse bir yerden sonra hiçbir kapasite bu kadar insanı iyileştirmeye yetecek yardımı üretemeyecektir ki üretse bile sonraki gün iyileşenlerin büyük çoğunluğu tekrar yardıma muhtaç hale gelecektir. O yüzden asıl çözüm insanın insana yaptıklarını engelleyebilecek seviyeye ulaşma yolunda çalışmaya bakıyor.

admin

H. deneme

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir