Öyle Geçer Ki Zaman

Teoman Duralı Kitabı

Söyleşi: Ali Değermenci

Derleme: Ayşe Yılmaz

Turkuvaz Kitap, İstanbul, 2020

Fatma Tosun

Elisabeth Kubler Ross’un “Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar.” sözü, insanın içine doğduğu çevrenin ve şartların kişinin fikirlerini oluşturmasında kıymetli olduğunu ifade eder. İnsanın psikososyal bir varlık olması da çevrenin önemli olduğu fikrini destekler. Bu nedenle tecrübe edilenlerin paylaşımı sosyal hayatın öğrenilmesinde ve anlaşılmasında önemli bir yöntemdir. Memur bir aile ve çevrede büyüyen Şaban Teoman Duralı bu kitapta hayatından kesitler sunarak ülkenin 1920’den bu yana durumundan haber verir.

İlk basımı 2020 yılında yapılan “Öyle Geçer Ki Zaman: Teoman Duralı Kitabı” okuyucuya Teoman Duralı’nın hayatından ve çevresinden bahseder. Sözlü tarih olarak değerlendirilen nehir söyleşi türü ile soruların cevabı için derinlere inmeden Duralı’nın tecrübelerini paylaştığı bir eser meydana getirilmiştir. Eser, yer yer yazım kurallarına uyulmadığı izlenimi oluştursa da Teoman Hoca’nın imla kuralları ve konuşma üslubunu yansıtır tarzda yazılmıştır. Ayrıca kapağındaki siyah-beyaz Teoman Duralı fotoğrafı ile dikkat çekmektedir. Takdim ve kitabın sonunda yer alan fotoğraflar, hal tercümesi bölümleriyle birlikte toplam on altı bölümden oluşmaktadır. Annesiyle babasının evliliği, içine doğduğu aile ve çevrenin tanıtıldığı cevaplar ile söyleşi başlatılmıştır. Devamında kendisi, Atatürk döneminden Recep Tayyip Erdoğan dönemine dek Cumhuriyet tarihinde ve Dünya tarihinde şahit olduklarını anlatmıştır. Kitap çoğunlukla uzun olmayan ve yüzeysel sorularla samimi bir sohbet havası izlenimi verir. Söyleşiyi gerçekleştiren Ali Değermenci, 1991 yılında gazeteciliğe başlamış olup farklı televizyon kanallarında, muhabirlik ve genel yayın yönetmenliği yapmış, çeşitli televizyon programları ve gazete yazılarına imza atmıştır.

Babası Sabih Duralı’nın Zonguldak Kozlu’da devlet memurluğu vazifesini sürdürmekte olduğu 1947 yılında Şaban Teoman Duralı dünyaya gelir. İlk ismi büyükbabasının iki adından biridir. İsmiyle müsemma olsun diye babası tarafından bu ad konmuştur. Türkiye’de, 1970’lerden itibaren özellikle sinema sektöründe Şaban isminin bilinçli bir şekilde küçümsendiği ve bu nedenle sonraki nesillerin bu ismi tercih etmediği göz önünde bulundurulduğunda, Şaban ismini taşıyan son nesil bireylerden biri olduğu söylenebilir. Teoman adının kendisine verilmesiyle ilgili tahmini, kelimenin teodor ve tomas tınılarına benzeyerek annesinin kulağına hoş gelmesidir. Diğer tahmini ise Atatürk’ün bu ismi çok seviyor olmasından dolayı babasının bu adı tercih etmesidir. Bir ablası ve bir abisi vardır. Ev hanımı olan annesinin babası Alman askeridir ve babasının babası ise devlet memurudur. Babası ve babasının dayısı Hasan Dayı, Duralı’nın hayatında en çok etkilendiği iki isimdir. Duralı, karakteri ve fikirlerinde onların etkilerinin bulunduğunu belirtir. Mahalle kavgalarının sık sık yaşandığı bir dönemde, kavgada mücadele etme yolunun iyi bir nefes yönetimiyle olduğunu gözlemlediğini ve solunumla ilgili rahatsızlığı olmasına rağmen nefesini güçlendirmeye çalıştığını anlatır. İnsan bedeni esnekliği sayesinde, zamanla nefesini kontrol eder hale gelip dağcılık yapmaya başlamıştır. Öte yandan, felsefe ile uğraşmanın ise kafa yormayı gerektiren bir mesele olması sebebiyle zor olduğuna vurgu yapmıştır: “Çocukluğumdan beri bir başka hastalığım da satrançtı’’ der ve satrançla birlikte futbol tutkunu olduğunu hem izlemeyi hem de oynamayı sevdiğini belirtir. (s. 345). Gezme merakı kendisine ilkokuldayken hediye edilen bir haritayla başlar. Denizcilik merakı da o haritaları incelerken oluşur.

Psikoloji ve sosyal bilimlerde insan hayatı çocukluk, yetişkinlik gibi şekillerde dönemlendirilir ve insanın hayatında çeşitli rolleri bulunduğu kabul edilir. Evlat olma rolündeki Duralı, ele avuca sığmayan, sık sık evden kaçan ve okul hayatını benimse(ye)meyen bir çocuktur. İleriki yıllarda, okuldan kaçtığı zamanlarda kütüphaneye gitmesi Duralı’nın dil öğrenme hevesini ve merakını gösterecektir.. Dil konusuna, kendi öğrenme yöntemlerini oluşturacak kadar aşinadır. “Çoğu kere Türk Dil Kurumunun kütüphanesine gidiyor orada dil çalışıyordum. Eski Türkçe yânî Göktürkce, Eski Uygurca dil bilgisine yahut öbür Türk dillerinin sözcüklerine bakmakla meşğuldüm; oranın kütüphâne kurdu olmuştum.’’ (s. 286-287).

Duralı’nın dil öğrenmede ömrü boyunca devam eden diri bir heyecanı vardır. Bu heyecan sayesinde zor şartlara rağmen bazı dilleri nasıl öğrendiğinden söz eder. Dil öğrenirken çoğu kez resmen bir eğitim almaz, kendi çabalarıyla dil öğrendiği görülür. Abisinden etkilenmesiyle askerliğe de bir ilgisi oluşur. Abisinin askerlikle ilgili kitaplarını okumak için ablasına bilmediği kelimeleri sorarak Almanca öğrenir. Parça parça okur. Dil bilgisi konusunda zorlansa da ısrarla devam eder. Bu sadece Almanca öğrenirken izlediği yoldur. Anne ve babası O’nu ders notları kötüyken Almanca ile uğraşır halde bulursa azarlarlar diye bilmediği konularda ablasına danışır. Ablasının açıklamalarıyla Almanca öğrenmede başarılı bir şekilde ilerlediğini belirtir. Kitaplıktaki Rus edebiyatı kitaplarını okuyarak dilini ilerletmeye çalışırken bir okuma kültürü ve disiplini elde ettiğinin altını çizer (s. 89-90). Üniversiteye geldiğinde -eğitim görmemiş olması yönüyle- kendine örnek aldığı Tolstoy’u okumak için Rusçaya merak salar. Rusça öğrenmek için ciddi girişimleri olsa da bir süre daha Rusça’yı öğrenemez. “1967 haziranında Savaş patladı. Filistin İsrailin eline geçti. Ürdünde olduğu üzre Ankarada da Filistini Kurtarmak üzre Filistin Kurtuluş Örgütü kampları kuruldu. Bunlardan birine ben de katıldım. Ortadoğu Teknik Üniversitesi arazisinde savaş eğitimine tabi tutulduk oradaki Filistinli talebelerden Arapça da öğrenmeğe başladım.’’ (s. 291-292).

Dil öğrenmeyi ihmal etmediği ve genç yaşlarına rağmen her fırsatı değerlendirdiği söylenebilir. Gemide çalıştığı sıralarda gemiyle yük taşınırken liman liman gezer ve yeni insanlarla tanışma, farklı kültürler tanıma fırsatı bulur. Rus gemisinden bir tarım mühendisliği öğrencisiyle tanışır. Kendi içindeki -altmışların ülke gündeminden kalma- Rus kaygısını yönetir ve onunla arkadaş olur, onların gemisine gider. Seyahat etmeyi sever fakat denizin ortasında olmaktan keyif almadığını fark eder. Denizcilikten vazgeçer. Denizcilik eğitimi için Oslo’yu tercih etmesinin nedeni, insanın içine doğduğu çevrenin kişinin yaşayışına, hayallerine, hayat yolculuğuna nasıl sirayet ettiği “Niye Norveç?” sorusuna verdiği cevapta bulunabilir. Annesinin kışı, ormanı ve ağacı sevmesinden dolayı kendisine de bu sevginin miras kaldığını söyler ve Norveç’i bu şartları sağlayan bir ülke olduğu için yerleşmeye değer bulur (s. 297). Denizcilikten vazgeçme sürecini ise şu cümlelerle ifade eder: “Osloya giderken ikircikli bir hâldeydim. Okurmuyum, okumazmıyım, girermiyim, girmezmiyim, emin değildim. Diğer bir isteğim de, Hindistanda felsefe okumaktı; ünlü şair Rabindranath Tagore’un Santiniketan’daki Visva Bharati Üniversitesine yahut Oslo’da kaptan okuluna yazılacaktım. Her ikisinden de icâzet almıştım. Babam, hastalanırım diye Hindistana gitmemi hiç istemedi. ‘Orada veba olmak istiyorsan git’ dedi. Âşıktım oysa Hindıstana. (…) Onun yüzünden Bengalce öğrenmeğe kalktım. Sonra bana bir İngiliz hocam ‘Hintte felsefe olmaz, bilgelik var’ dedi. Bugün tabii ki felsefe var Hindistan’da. Ama bizim etkimizle girdi.’’ (s. 298). Hindistan sevdasının O’nu Bengalce öğrenmeye sürüklemesi de O’nun dil öğrenme merakındandır. Hayatı boyunca dil öğrenmeye önem veren Duralı, milletin kendi dili ve yazısıyla var olduğunu savunmuştur (s. 125). Bu sebeple eğitim sisteminin dayanağının da dil olduğunu vurgulamıştır ve harf inkılabını kültür bağlamında hoş bulmamıştır (s. 241).

Din ve kültürel değerlerin yerle yeksan edildiği toplumun yapılanmasında da fark edilen kırklı yıllar Duralı’ya göre yokluk, köylülük, İngiliz-Amerika dünyasına yönelmekle karakterizedir. Duralı’nın hayatında ve Cumhuriyet tarihi okumalarında toplumun bu gidişatı, kültüre az kıymet verilmesi şeklinde görülmektedir. Kırklı yıllarda oluşan bu ortam sebebiyle ellili yılların Rusya korkusu ve Amerika ile dostça geçinme telaşı içerisinde geçtiğine vurgu yapar. Aydın kesimin İngiliz-Amerika-Fransa hayranlığının toplumda kültür karmaşasının sebebi olduğunu da ekler.

Otuzlar, yirmilerin ülke gündeminin pekiştirilmesi ile geçmiş; kırklı yıllar ise bir durma çağı olarak anılmıştır. Kırklı yıllarda yapılan Marshall bağışıyla ellili yıllarda yol açılması fabrika kurulması biraz da olsa kalkınma imajı vermiştir. Fakat bu dönemde hırsızlık ve yolsuzluk artmıştır ve babası Sabih bey bu konularda hassastır; dürüstlük derecesi, bu yolsuzluklara tahammül edemeyerek milletvekilliğinden istifa edecek seviyededir. Duralı da dürüstlüğü ve tutarlılığı ile babasına benzer. Nitekim eşi Piyeret Hanım’ın, Fransa’daki ailesini ve tıp okuma planını geride bırakabilecek kadar güvendiği şey de Duralı’nın bu karakter özellikleridir.

Söyleşide dünden bugüne Cumhuriyet döneminin farklı aşamalarına çeşitli konular çerçevesinde değinilir. Duralı, Cumhuriyetin ilanından sonra hilafetin ilgasının ve yazının değiştirilmesinin dev hatalar olduğunu belirtir. Ayrıca, ülkedeki yegane burjuvazi/kentsoylu başka bir deyişle kaymak tabaka olan hanedanın yurt dışına çıkarılmasının çok büyük talihsizlik olduğunu ileri sürer. “Son padişah Vahdeddin Han giderken parmağındaki bahalı, değerli yüzüğü çıkarıp devlet malı diye masaya bırakır. Bu nerede, ne zaman görülmüştür. Hangi hükümdar, hânedan böyle bir soylu davranış örneğini göstermiştir? Var mı bunun eşi menendi? Öylesine meteliksiz kalır ki, masraflar karşılanamadığından cenazesi (İtalya’da) ikâmetgâhının arka kapısından kaçırılır’’ (s. 206). Hanedanın kovulması, kültürel bağlamda, şehir soylu olarak örnek alınacak kimselerin, toplumda kalmamasıyla sonuçlanmıştır. Bu da ileriki yıllarda köyden şehre göç ile şehir kültüründen bihaber bir toplumun yükselişine neden olmuş; öyle ya da böyle şehirlileşemeyen, arafta kalmış bir toplum geliştirmiştir.

Duralı’nın sık sık değindiği bir başka husus da devlet terbiyesinin önemidir. Yöneticilerde devlet terbiyesi bulunmasının işgalden kurtulma sürecinde toplumun da güçlü bir refleks göstermesini nasıl desteklediğini Türkiye Cumhuriyeti eski başbakanlarını kıyaslayarak ifade eder. Çünkü hangi rütbenin nasıl bir davranış sergileyeceği bellidir, emir-komuta zinciri bellidir. Dolayısıyla da kriz ortamının yönetimi ve görev dağılımı görünmez bir şekilde zaten sağlanmış olur. Duralı’ya göre, -padişahın emri sebebiyle- Kazım Karabekir Komutan’ın Mustafa Kemal’e -kendisinden daha düşük bir rütbede olmasına rağmen- saygı göstermesi ve selam vermesi bu devletçilik geleneğinin bir sonucudur. “Devlet adamı karar verirken, gördüğü aile terbiyesinin etkilerini taşır. Orada bir devlet tecrübesi vardı. Hayatta en önemli olay hâfızadır. Onun kaybolmaması lâzım. İşte bu dediğim insanlarda böyle bir hâfıza söz konusudur.’’ diyen Duralı ailenin, sosyal çevrenin ve tecrübe edilenlerin insan karakterinde ve devletin yönetilmesinde etkili olduğuna vurgu yapar (s. 412).

Duralı, çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetinin toplumlar üzerinde etkin olduğu kırklı yıllarda Türkiye’nin, tarihi geçmiş din dışı Avrupa medeniyetine yönelmesini ve İngiliz-Yahudi medeniyetinin yükselişini farkedemediğini vurgular. Birçok insanın -hakkında fikir sahibi olmadığı- Batıya özendiğini ifade eder (s. 122). Türkiye’nin batılılaşmasını var gücüyle savunan Namık Kemal’in, Avrupa ziyareti sırasında yeni İngiliz-Yahudi medeniyetinin en önemli zirvelerinden olan filozof Karl Marx’ı ziyaret etmediğini ve tanımadığını söylemesi Duralı’nın tespitini doğrular niteliktedir. Duralı bu durumu anlatarak Dünya’ya ne derece yabancı olduğumuzun altını çizer (s. 111).

Osmanlı ve Batı gibi ikilikler üzerinden Dünya’da ve ülkemizdeki derin kırılmaların sebebi sorulduğunda, Duralı “II. meşrutiyet ile başlayıp gittikçe kalınlaşan bir havada çıkar bu konu karşımıza’’ ve “Ne Selçuklu ne Osmanlı din devletiydi.’’ cümleleriyle kırılmanın meydana geldiği noktalara değinir (s. 103). Yüzlerce yıllık Türk tarihindeki Osmanlı, Selçuklu ve Asya’dan gelen kültür ve bilgi birikimine aydın kesimin önem vermemesini eleştirerek “Geçmişimiz nerede başlıyor? 1920’de. Onun öncesi yok.’’ cümleleriyle dil-kültür-tarih üçlüsünün milletlerin varlığında yapı taşı olduğunu vurgular. (s. 96- 97).

İnsanın içinde bulunduğu çevreden etkilenmesi gibi toplumlar da bulunduğu çevrenin gündeminden etkilenebilir. Hükümet darbelerinin yarattığı ekonomik problemlerin, kültürel değişimin ve siyasi değişikliklerin sık olduğu seksenlerde Duralı, ev kirasının belini büktüğünü söyler. Kışın başında yakacak odunlar için babasından borç alıp peyderpey ödeyerek evini geçindirir. Günlük hayatta ve akademide yaşadığı zorluklara rağmen vatanını terk etmemesinde babasından gördüğü dürüstlük ve vatana sahip çıkma erdemlerinin de etkili olduğunu belirtir.

Bu söyleşide Duralı’nın seyahat adabına yakından şahit olunur. Arayış içinde olduğu için neredeyse gitmediği ülke kalmayan Duralı’nın hayatında, seyahat kültürünün nasıl olması gerektiği, gezginin enerji ve zaman yönetimi konuları nettir. Akademinin omuzlarına bindirdiği hocalık yüküne rağmen insanlarla, toplumla iç içe vakit geçirip gezgin yanının da tatmin olmasını sağlar. Çünkü bu yolla hem dünyayı hem yurdunu tanımayı sever. Söyleşi boyunca seyahat sırasında ve bulunduğu yerlerde bir süre yaşayıp oradaki yaşayışa bizzat şahit olmuştur. Bilgisinin yüzde yetmişinin tecrübe kaynaklı olduğunu, kalanını okumakla elde ettiğini söyler.

Kitabın son kısmında Teoman Duralı’nın ve kitapta adı geçen aile efradının fotoğraflarına yer verilmiştir. Teoman Duralı’nın bebekliğinden itibaren hayatına ait bazı anlar bu fotoğraflarda hala yaşamaktadır. Ayrıca yaşam felsefesinde bedenin sağlıklı olması, zihnin öğrenmeyle meşgul olması ve insanın doğa ile yakın olması gerektiğinden bahseder: “Beden esnektir, genç ve sağlıklıyken her işe ve harekete uyarlanabilir” der (s. 354). Söyleşide ailesinin ve aile büyüklerinin, içinde bulunduğu sosyal çevrenin, asker olan anne tarafı ile asker millete mensup olan baba tarafının onun yaşamında nasıl yol gösterici olduklarından sıkça bahseder. Dünya ve ülke gündemini takip eder ve içinde bulunduğu sosyal ve siyasi şartları iyi irdeler.

Söyleşide Teoman Duralı’nın yaşam felsefesi merkezdedir ve insanın hayatını şekillendirmede çevrenin etkisinin yadsınamayacağı gözler önüne serilmektedir. Kendine has ifade biçimi, farklı fikirlerin olduğu geniş bir çevrede bulunması, askeri disipline sahip bir ailede yetişmesi şartlarında dahi kendi olma ve kendi yolunu bulma cesaretini gösteren Duralı’nın yaşam felsefesi, bilginin ve gözlemin derinliği ile engin hoşgörüye dayalıdır

admin

H. deneme

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir