Prof. Dr. Sadettin Ökten ile “Sosyolojik ve Jeolojik Zelzele Nezaretinde Medeniyet ve Mimari İnşası” Üzerine…

Sadettin Ökten

1 Eylül 1942 tarihinde İstanbul’da doğan Sadettin Ökten eğitim yaşamında önce Vefa Lisesi’ni sonra ise İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bitirmiştir. Bilhassa İslam medeniyetine odaklanarak şehir ve medeniyet konularındaki birikimiyle tanınmıştır. Çeşitli üniversitelerde Bilim Tarihi, Yapı Teknolojisi Tarihi, Kent Kültürü ve Kent Estetiği dersleri vermiş Profesör Dr. Sadettin Ökten 2020 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülmüştür. Şimdilerde ise Psikiyatrist Dr. Kemal Sayar ile “Gönül Sadası” radyo programını yapmaktadır.

Söyleşi: Yasemen Kesimoğlu

Hocam, müsaadenizle sohbetimize başlarken öncelikle sormak istiyoruz, baharın yaza gebe olduğu şu vakitlerde halet-i ruhiyeniz, sıhhat-i bedeniniz nasıldır?

Soruda ifade ettiğiniz gibi şu vakitlerde ve her vakitte haleti ruhiyemiz elhamdülillah müspettir ve ümitvardır. Ümitsizlik bize yakışmıyor. Beşer olarak her ne kadar bazı zamanlarda bir hüzün hali söz konusu olsa da, bunu sürurumuzun idrak edilmesi için bir lütuf olarak görüyoruz. Çünkü insan bilgiyi ve duyguyu farkı fark ederek algılar. Malum zıtlar dünyasında yaşıyoruz. Hüzün olmasa sürurun kıymetini takdir edemeyiz. Beden sıhhatimiz ise elhamdülillah yaşımıza göre iyidir.

Eğitim hayatınızın imam hatiplerin temsil ismi babanız Mahmut Celalettin Ökten eşliğinde evde başladığını, ardından Vefa Lisesi ve babanızın yönlendirmesiyle İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesiyle sürdüğünü biliyoruz. Sizin inşaat mühendisliğiyle muhabbetiniz severek yapmak üzerine mi yoksa yaptıkça sevmek üzerine mi inşa oldu?

Benim üniversiteye giriş sürecim her ne kadar merhum pederimin rehberliği dahilinde gerçekleşmiş ise de bu olgu benim iradem dışında cereyan etmemiştir. Biz yetişme tarzımız itibariyle büyüklerimizin emir ve tavsiyelerini kendi irademiz ve isteğimiz olarak kabul etmiş bir nesle mensubuz. Bu emir ve tavsiyenin hayatımızı nasıl biçimlendireceğini baştan bilmesek de bunlarda mutlaka bir hikmetin mevcut olduğunu bilen ve buna inanan nesilleriz. İnşaat mühendisliğini hem severek yapmak üzere yola çıktım hem de yaptıkça benimsedim ve sevdim. O zamanları bu yaşımda düşündükçe kaderin öyle bir olgu olduğuna inandığımı söyleyebilirim. Devam ettiğim İstanbul Teknik Üniversitesi daha sonra Batı’daki mukabilleriyle mukayese ettiğimde çok ciddi bir eğitim ve öğretim kurumuymuş. Bana hem meslekte hem hayatta sağlam bir altyapı armağan etmiş.

Bahsi geçen yaşam serüveninizde gerek kültür gerekse yapı sanatı açısından bugünün İstanbul’undan bilindiği ve duyulduğu üzere çok farklı bir İstanbul’da yetiştiniz. Düşünce dünyanızı inşa ederken yetiştiğiniz dönemin size hangi hususlarda tesirleri olmuştur?

Doğduğum, çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği, ve hatta orta yaşa adım attığım dönemin İstanbul’u, bugünden baktığımda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devrolunan bir merkez idi. Bu Osmanlı özelliği önce şehir dokusunda görülüyordu. Ama ondan daha önemlisi o şehirde yaşayan ve artık ebediyete intikal etmiş olan insanlarda da müşahede edilmekteydi. Bu insanlar hayatı sadece rasyonel esaslara dayanmayan, bu esaslara hakim olan bir muhabbet ve hizmet anlayışı içinde geçirmekteydiler. Bu anlayışın ardında ise vahyin, vahyi yorumlayan sünnetin ve bu sünneti hayatlarında bilfiil tatbik eden insanların uygulamaları vardı. Bir başka ifadeyle camide dinlediğim bir vaazın öne sürdüğü esasların camiden çıkınca uğradığım çarşıdaki esnafta bizzat tatbik edildiğini görebiliyordum.

Kişiliğinizi çok yönlü inşa ederken Mehmet Genç ve Cengiz Dökmeci hocaların önerileri üzerine bilim felsefesi, teknoloji tarihi ve iktisat okumalarıyla öğrenme yolculuğunuzu sürdürüyorsunuz. Yaşam inşanız gerek dünya görüşünüzü gerekse de mesleki bakış açınızı nasıl etkiledi?

Mesleki sahada Amerika’da ve Avrupa’da iki ayrı ve önemli üniversitede aldığım eğitimin ve yaptığım çalışmaların dışında belli bir noktaya geldikten sonra şu soru gündemime gelmiştir. Teknolojik olarak belli bir birikime erişmiş bulunmaktaydım. Bu o yıllara göre (80’li yıllar) çağdaş ve güncel bir düzeydeydi. Diğer yandan da İslam Medeniyeti’ne ait bir değerler sistemini aile çevremden ve merhum pederin muhitinden edinmiş bulunmaktaydım. Bu mesleki birikim ile söz konusu edilen değerlerin arasında bir irtibat, bir terkip yapabilir miydim? Bu sorunun cevabını kendilerinden çok şey öğrendiğim iki önemli üstadla tartıştım. Onların yönlendirmesiyle sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi bir başka okuma sürecine dahil oldum. Neticede benim mesleğimin fizik dünyada oluşturduğu her yapının ardında bir değerler sisteminin var olduğunu ve yapıların bu değerler sistemine göre ortaya çıktığını gördüm. Modern Batı önce modernist değerler sistemini inşa etmiş, ondan sonra yapı teknolojisini bu sistemi görünür kılan yapılar inşa etmek üzere geliştirmiş ve kullanmıştı. Aynı yolu yaşadığım şehirde (ki bu şehir İstanbul’dur) bol bol örnekleri olan klasik Osmanlı erki de takip etmiştir. Değerlerle fizik dünya arasındaki irtibatı sağlam kurduğunuz zaman kendi değerlerinize göre yapı inşa edersiniz. Bunu kuramadığınızda inandığınızı söylediğiniz ve hayatınızı ona göre tanzim etmeye çalıştığınız değerler bir yerde durur, siz başka bir medeniyetin değerlerine göre yapı inşa edersiniz. Bugünkü Türkiye’nin hali budur. Şu sıralar derslerimde de soyluyorum: New York’taki Manhattan Adası yapısal düzenleme itibariyle modernitenin kapitalist pragmatik Amerikan değerler sisteminin tam bir yansımasıdır. Genç dostlara bir öneri olarak söyleyebileceğim şey ise şudur: İnsanın iradi olarak yaptığı en basit bir eylemde bile inandığı değerlerin görülmesi gerekiyor. Pratik şartlar itibariyle eylem-değer bütünlüğünü kuramasanız bile bu ilişkinin nerede koptuğunu bilmelisiniz.

Birbirinin kopyası, rağbet gören, mekandan tasarruf sağlayan gri blokları arşa yükseltmek varken sizi medeniyet ve estetik arayışına/uğraşına davet eden neydi?

Kendi iç dünyama baktığım zaman kendi kimliğimi İslam Medeniyeti’nin değerler sistemine inanmış biri olarak tanımlıyorum. Sizin tabirinizle arşa yükselen gri bloklar ise rasyonaliteden başka rehber tanımayan modernitenin yapılarıdır. Ve bu yapıların modernist değerler sistemi içerisinde gayet tutarlı gerekçelere dayanan açıklamaları söz konusudur. Fakat ben bir modernist olmadığım için bana ait yani kendi değerler sistemimi yansıtan yapıları bugünün şartlarında nasıl ortaya koyabilirim meselesinin peşindeyim. Osmanlı Klasik döneminin şiirine, musikisine ve özellikle duygu ve düşünce hayatına bu sanatlar üzerinden dahil olmaya gayret ediyorum. Ve orada görüyorum ki insan varlığı rasyonalitenin cenderesine sığamayacak kadar geniş, nezih ve iffetlidir. Çünkü o varlık bir ilahi emanettir. Bu emanetin kadrü kıymetini bilerek ona hürmetkar ve riayetkar yapıların inşa edilmesi için ben dahi bir arayış içindeyim.

Türkiye coğrafyasının sanayi devrimiyle ittifak ve itilafını mimari perspektiften nasıl değerlendirirsiniz?

Bu sorunun cevabını verirken şu anda bulunduğum duygusal ve düşünsel konumu göz önüne alıyorum. Dolayısıyla söyleyeceklerim bana ait bir boyutuyla öznel tespitlerdir. Türkiye sanayi devrimini henüz taklit ediyor. Kitle olarak sanayi devriminin mantalitesini özümsemiş değildir. Bunu büyük bir lütuf ve nimet olarak görmekteyim. Sanayi devrimi hayatı matematiğin ve mantığın kalıpları içine sıkıştırır. Modernizm ise bunun felsefesini ve sanatını yapar. Çok şükür ki toplumumuz hâlâ var oluşunu bu dar kalıplar içerisinde ifade etmiyor. Şu anda vakit buldukça postmodernist okumalar yapmaktayım. Birçok postmodernist uygulamayı da kendi özgün mekanlarında iyi kötü gözlemledim. Batı dünyası sanayi devrimi ve moderniteyle beraber büyük bir maddi güç kazandı. Fakat bu güç 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan iki büyük iç savaşla kendini inkar etti. Postmodernite bu meş’um felaketin ürünüdür. Moderniteyi yaşamayan toplumumuz postmoderniteye fevkalede yabancıdır. Batılı insan Rönesansla başlayan süreçte aklın rehberliğine iman etmiştir. İki büyük iç savaşla bu rehberliğin kendisini o vakte kadar görülmemiş bir felakete mahkum ettiğini deneyimledi. Bu insan aşkın dünya ile irtibatını yüzyıllar önce kopardığı için sığınacak hiçbir yeri kalmayan bir duruma düşmüştü. Postmoderniteyle yani modernist değerleri küçümseyerek ve onlarla alay ederek bir çıkış arıyor. Ülkemiz için mesele “İslam Medeniyeti’nin değerleriyle yaşayarak maddi dünyada bir güç sahibi olabilir miyiz?” problemidir. Böyle bir güç sahibi olmak içinse aşkın dünyadan gelen haberin red ve inkar edilmesi gerekmiyor. Bu habere inanan insanların ortaya koydukları teknolojik başarıları da şu sıralar çok şükür görmekteyiz. Modernite kendini savunmak için geliştirdiği düşünce sistematiğinde benim düşünsel ve duygusal sınırlarıma uymazsanız dış dünyada güç sahibi olmazsınız diyor. Bunun böyle olmadığının ülkemizin şu anda yola çıktığı teknolojik hamlelerle pek ala gözlemliyoruz.

Meskenden ne anlamalıyız? Mimari ‘öz’lerdeki farklılığın insanlardaki izdüşümü hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

İslam Medeniyeti’ne göre mesken bedenin ve ruhun sükunet ve sekinet bulduğu mahaldir. İslam Medeniyeti’nin değerlerine inanan bir insan içinde bulunduğu güncel şartlara göre bedenini ve ruhunu bu değerlerin gösterdiği istikamette sükunete ve sekinete eriştirmek için bir mekan inşa eder. Burada medeniyet değerleri ideali gösterir, inşa edilen mekan ise reeli. İdealle reel arasında mutlaka bir taviz söz konusudur. Bu tavizin derecesi güncel şartlara bağlı olduğu gibi bireyin gücüne de tabidir. Kanaatime göre burada önemli olan niyet ve murattır. İdeali öz reeli de biçim olarak adlandırırsak öz ile biçim arasında daima bir fark bulunur. Güncel şartlar her an değişebiliyor. Bireyin gücü de gayreti ve kaderi nispetinde artabilir. Eğer niyet sağlam ise güncel şartların müsait olduğu vakitlerde biçim öze doğru yaklaşır. Biçim-öz bütünlüğü değerlerin hayata hakim olduğu dönemlerde daha net olarak görülüyor. Bu dönemleri doğru çözümleyebilirsek bugün de özü yansıtan biçimler üretmemiz mümkün olabilir diye düşünüyorum.

Bugünün teknolojisiyle kıyaslandığında modernizmin gölgesinde kaldıkları söylense de, medeniyet inşa etmiş bir toplumun eseri olarak dağ yamaçlarına kondurulmuş ahşaptan, taştan yahut kerpiçten yapılma “babaev”lerimizde farklı olan fikir neydi?

Dededen kalma evler dağ yamaçlarında basit malzeme ile yapılmış haneler diyorsunuz. Çünkü bunu yapan dede dünyadan gereği kadar alan -modern tabirle söylersek- bir minimalist idi. Onun dünyevi hırsı mutlaka vardı ama bir kapitalist ile kıyaslandığında neredeyse yok mesabesindeydi. Dede hayatı muhabbet ve hizmetle örüyordu. O evde herkese yer vardı. Bugün ise modern evlerimizde neredeyse ev sahibinden başka hiç kimseye yer yoktur. Mesele dedenin iç dünyasını muhafaza ederek toplumsal bazda teknolojik bir güce erişme meselesidir. Evlerimiz yine belki sade ve basit kalmak şartıyla toplumsal olarak dünya üzerinde sözü geçen bir güç olabilir miyiz meselesidir.

Eski şehirlerin merkezinde insana acziyetini hatırlatan ibadethaneler yer alırken, günümüz şehirlerinin merkezinde sonsuz ödül algısı ile haz yaratan alışveriş merkezleri var. Aynı şekilde evlerin mimarisi de kendine dönük iç avlulu yapılardan dış dünyaya açılan cam cephe tasarımlara dönüşmüştür. Sizce bu dönüşümün zihin dünyamızla uyumu nasıldır?

Bu soruda varoluşunu madde üzerinden tanımlayan modernitenin teknolojik açıdan iddialı yapılarını gündeme getirmişsiniz. Bir açıdan bunlar benim için Firavun’un veziri Haman’a emrettiği kuleye benziyor. Bu hükme geçmiş zamanların efsaneleri diye karşı çıkarsanız, modern Amerikan şehirlerinin inşa edildikleri dönemde topluma büyük bir gurur verdiğini ancak çok kısa bir süre sonra bir suç yuvasına dönüştüğünü söylerim. Bu şehirler artık modern insanın bile terk ettiği mekanlardır. Modern insan ve modern şehir macerasını yaşayan Batı dünyasını gerçekçi bir gözle çözümlediğimizde halen bu ilişkinin küreselcilerin büyük bir algı operasyonu olduğunu görüyoruz. Hayat her zaman olguların algıyı yanlışladığı gerçeğini bize söylüyor.

Şehirlerimizi insanın ve toplumun bir ürünü olarak düşündüğümüzde evrensel ve tek tip bir şehirleşme anlayışı mümkün müdür? Habitat konferanslarında öncelenen şehirleşme unsurlarını, İslam Medeniyeti’yle geçimli şehirleşme anlayışına yakın buluyor musunuz?

Toplumumuz hala iç dünyasında İslam Medeniyeti’nin değerler sistemini muhafaza ediyor. Bunun böyle olduğunu gösteren birçok güncel gösterge var. Bunlardan sadece bir tanesini söyleyeceğim. Siyasi bir figür, günümüzde toplumla uzlaşacağını ifade ederken helalleşme kavramını kullanıyor. Bu kavram İslami bir kavramdır. Modernitede helalleşme yoktur. Yasaya uyma ya da uymama vardır. Helalleşme Allah’ın kul hakkı konusunda tanımladığı bir üst kavram olarak duygu ve düşünce dünyamızda yerini muhafaza etmektedir. Tekrar şehre dönelim. İslam Medeniyeti’nin değerler sistemini mekana yansıtan şehir düzenlemesini yapmak mecburiyetindeyiz. Kuracağımız şehirler, mekânsal olarak topoğrafyaya, yerele ve malzemeye bağlı olduğu için biçim bakımından tek tip olmayacaktır. Ancak biçimin ardındaki soyut değerler itibariyle aynı değerlerin farklı ve çok renkli izdüşümleri olarak ortaya çıkacaktır. Bu şehirlerde aynı eski evlerimizde olduğu gibi herkese bir yer mutlaka bulunur.

Büyük tarihi eserlerin günümüze bütünlüğünü koruyarak ulaştığı görülmektedir. Onlara her anlamda ve alanda emekleyen gri betonarmelerin aksakallı bilge dedeleri nazarıyla baktığımızda, onlardan mühendislik açısından hangi dersleri almamız gerekir?

Bu soruda bir küçük itirazım var. Büyük tarihi eserlerimiz ki bütünlüğünü koruyarak günümüze ulaşmıştır. Gri betonarmelerin aksakallı bilge dedeleri asla değildir. Hatta Batı dünyasındaki Gotik Katedraller de gri betonarmelerin dedeleri değildirler. Çünkü gerek bizim büyük tarihi eserlerimizin gerek Katolik dünyadaki büyük katedrallerin ardında modernitenin yabancı hatta hasım olduğu değerler sistemi yatmaktadır. Gri betonarmeler bunlara dövme demir ve çelik strüktürleri de ekleyebilirsiniz, modernitenin kendi öz çocuklarıdır. Başlangıçta ortaya koydukları teknolojik üstünlükle toplumlarına gurur veren ancak kısa bir zaman sonra onları büyük bir hayal kırıklığına uğratarak var olduklarına pişman eden hayırsız yaramaz evlatlar. Bizim büyük tarihi eserlerimiz İslam Medeniyeti’nin değerler sistemini şehir dokusunda vaz eden topluma hem hizmet eden hem toplumu terbiye eden yapılardır. Bunlar o günün tekniğine göre kalıcı olmak üzere inşa edilmişlerdir. Ama hiçbir zaman bu kalıcı olma niyeti bir beka iddiasına dönüşmemiştir. Kendime de söylüyorum genç dostlara da öneriyorum. Niyetiniz halis olmak üzere (halis niyeti daha evvel tanımlamıştık) güncel şartlara göre uygulama yapın. Yukarıda tanımlanan öz-biçim ilişkisini gerçekleştirmeye çalışın. Ama lütfen hiçbir zaman yıkılmaz yapı yaparım demeyin.

Bugünkü anlayışla sarsılmaz ve yıkılmaz inşalar peşinde koşan insanoğlu, acizliğini yüzüne vuran bir gerçekle karşı karşıya kalıyor; deprem. İlk emir olan “Oku!” emrine hizmet etmek adına 99 ve 6 Şubat depremi başta olmak üzere depremler tarihini nasıl okumalıyız?

Modern insan aşkın dünyadan gelen haber yani din ile ilişkisini kopardıktan sonra onun yerine bilimi ikame etmiştir. Batı dünyasında daha sonraki dönemlerde bilimin dinin yerini dolduramayacağı hissedilmiş ancak dine bir dönüş yapılamadığı için yine aklın ürünü olan felsefeye ya da duygunun çıktısı olan sanatlara ağırlık verilmiştir. Türkiye’de ise bilim dünyası henüz modernitenin ilk çağını yaşıyor, yani bilimi bir din gibi algılıyor. O yüzden deprem sırasında da görülmüştür ki bilim adamları yıkılmaz binalar yapabiliriz diyorlar. Şimdi bir mühendis olarak konuşacağım. Yaptığınız bina bir takım şartnamelere göre inşa ediliyor. Bu şartnameler yapılırken de daha evvel ortaya çıkan tabiat olayları istatistiksel manada değerlendirilerek göz önüne alınıyor. Ancak daha evvel ortaya çıkan bu olayların dışında ve üstünde bunlardan daha şiddetli bir tabiat hadisesinin olamayacağını hiç kimse iddia edemez. Çok nadir de olsa böyle bir tabiat hadisesi ile başbaşa kalan yapımız bir şekilde hasar alacaktır. Size çok basit bir örnek vereyim sel baskınları üzerinden: Su yapılarıyla ilgilenen mühendislik dalı hem de Batı dünyasında gayet sağlam kayıtlar tutarak yağış rejimini tanımlamış ve bu istatiksel veri tabanı üzerinden su yapıları ve selden korunma yapıları inşa edilmiştir. Ancak küresel ısınma sebebiyle yağış rejimi öylesine değişmiştir ki sizin taşkınlarla ilgili şartnameleriniz yetersiz kalmıştır. Aynı şey deprem için de geçerlidir. İslam Medeniyeti açısından bakıldığında ise insanoğlunun hayatta böylesine iddialı olması yanlıştır. Eskiler yapıyı inşa ederler yıkılırsa tekrar yaparlardı. Onların doğa karşısında meydan okumaları söz konusu değildi. Çünkü onlar tabiatı ilahi iradenin emrinde bir etken olarak görmekteydiler. Ayı ve güneşi kendilerine takdir edilen menziller içerisinde hareket ettiren ilahi iradeye tabi idiler.

Tevazusuyla andığımız genç ve dinamik “Anadolu” coğrafyasında ne yazık ki yatay mimarinin rağbet görmeyerek dikey kentleşmenin yükselişe geçişinde taşra burjuvasının oluşum sürecini ve etki payını nasıl değerlendirirsiniz?

Burada kullandığınız taşra kentsoylusu sıkıntılı bir kavram. Ancak ondan önce büyük şehirlerde Batıda moderniteyle beraber ortaya çıkan kentsoyluya özenen yerli kentsoyluların da zuhur ettiğini unutmamamız lazım. İmkan ve iletişim ülkenin her yerine yayıldıkça kentsoylu hayat biçimi de ister istemez o yörelerde bir karşılık buluyor. Türkiye yaşadığı medeniyet krizinin bir izdüşümü olarak kendi kentsoylusunu da hem büyük şehirlerinde hem de taşrada üretmiştir. Daha evvel sanayi devriminin mantığına sahip olmadığımızı söylemiştim. Buradan yola çıkarak kentsoyluyu biraz çözümleyelim isterseniz. Kentsoylunun nazarında yüksek yapı apartman rezidans modern hayatın mekânsal karşılığıdır. Böyle bir yapıya sahip olduğunuzda veya burada oturduğunuzda kendinizi modernist olarak algılarsınız. Bu sahte bir algılamadır. Sanayi devriminin düşünsel arka planında matematik ve mekanik vardır. Onların da kuralları bellidir. O kurallara uymadığınızda risk almış olursunuz. Yerli kentsoylunun talebi sadece görsel üzerine kurulu olduğu için matematiği ve mekaniği hiç önemsemez. Burada ayrıntıya girmeden çok basitçe ifade ediyorum. Talep bu istikamette olunca arz ve fiyat da ona göre gerçekleşiyor. Ancak ülkemiz ciddi manada bir deprem ülkesi. Matematiği ve mekaniği göz ardı ettiğinizde arzu ettiğiniz görselliğe kavuşsanız bile güvenlik açısından riskin büyük olduğunu kabul etmelisiniz. Bu deprem bize bu gerçeği maalesef taşra kentsoyluları üzerinden çok net ifade etti. Aynı tehlike deprem bölgesinde bulunan büyük şehirlerimiz için de mevcuttur. Matematiği ve mekaniği göz ardı eden görselliğe talip olan bir piyasanın oluşturduğu fiyat ve ortaya koyduğu yapı bu kadar oluyor.

Her depremde yıkılan binalarla beraber bir toplum, bir kültür tozlarla kaplanıyor. Geriye kalan toplumun sağlığı adına “kentsel dönüşüm” projeleri yapılandırılıyor. Bu noktada toplu yapı inşalarında hem toplumun sağlığını koruyacak hem de mimari estetiği bünyesinde barındıracak mekanlar inşa ederken neleri gözetmeliyiz?

Depremden sonra meselenin iki boyutu var. Bir tanesi hemen çözüm bekleyen acil mesken ihtiyacı. Ülkemizin şu andaki güncel durumu ve teknolojik birikimi tünel kalıp tekniği ile toplu konut yapmaya imkan veriyor. Bunun dışında ahşap hafif çelik kerpiç ile yapı yapmamız şu an için mümkün değil. Hem malzeme yok hem işçilik açısından ciddi sıkıntılar var. Kanaatime göre yapılacak olan şey, sağlam zeminlerde ki bunlar yamaçlardır, uygun bir mekânsal düzenlemeyle zemin + 3 kat olmak üzere daha fazla değil yapıları ortaya koymak gerekiyor. Uygun düzenlemeden ise kastım şudur. Binanın zemin katında oturan kimse bile tabiatla yani gökyüzü ile ve yeşil ile tatminkar derecede ilişki kurabilmelidir. Ayrıca yapılar caddeler ve sokaklar medeniyet tasavvurumuzun mekânsal temel izdüşümü olan külliyeleri insanlara gösterebilecek şekilde düzenlenmelidir. Öyle ki birey evden çıktığında bir tek nazarla dahi olsa külliyeyi görebilmeli, akşam evine girerken de aynı deneyimi bir kez daha yaşayabilmelidir.

Son olarak ise telaş içinde koşan kalabalıkların aksine duru bir ruh hâlinde görüyoruz sizi. Kendinizle aynı ritimde olduğunu düşündüğünüz, kendinizi içinde “sakin” hissettiğiniz bir şehri bizimle paylaşır mısınız? Bu meskenin hangi unsurları onu zatı âliniz için özel ve önemli kılıyor?

Evet çok şükür sakin bir ruh hali içindeyim. Fakat bu ruh hâlinde içinde hissettiğim bir şehir şu anda mevcut değil. Belki belli zamanlarda küçük şehir parçalarında bu ruh hâlinde mekanla özdeşleşerek yaşayabiliyorum. Bu bakımdan ilâhi bir lütuf olarak bize emanet edilen tabiata iltica ettim. Modernitenin “sitta slow” dediği yavaş şehirleri de evinde şark odası düzenleyen bir oryantalistin eylemi ve yaklaşımı olarak görüyorum. Modern şehirde camdan gökdelenlerde hızlı müreffeh ve mütehakkim hayatımızı yaşayalım, sonra zaman zaman yavaş şehirde dinlenelim. Bana göre hayat bir bütün. Kendi şehrimizi inşa edinceye kadar tabiatın sinesinde yaşamak güzel.

Hoş sohbetinize misafir olmamıza müsaade ettiğiniz, kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz. Saygı ve sevgilerimizle…

Ben teşekkür ederim, iyi çalışmalar.

admin

H. deneme

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir