Çocuklarda Görülen Besin Alerjisindeki Artış Neden?

Ayşenur Günaydın

Dünyanın dört bir yanında besin alerjisi görülme sıklığı giderek artmaktadır. Özellikle endüstriyel toplumlarda görülen artış belirgin olmakla beraber son yıllarda bu olgu Türkiye’de de dikkat çekmektedir. Ülkemizde son on yılda besin alerjisi oranında iki kata yakın artış görülmüştür ve bunun çocuklarda görülme sıklığı %6-7 civarıdır. FDA tarafından yayınlanan raporda 160’tan fazla gıda maddesinin alerjik reaksiyonlara neden olabileceği belirtilmiştir. Bu reaksiyonların %90’ına sebep olan; süt, yumurta, balık, kabuklu deniz ürünleri, sert kabuklu meyveler (ceviz, fındık, ceviz gibi), yer fıstığı, buğday ve soya olmak üzere sekiz temel yiyecek belirtilmiştir. Bu alerjen yiyeceklerin çok az bir miktarı bile alerjik reaksiyonlara sebep olabilmektedir ve bu reaksiyonlar sadece besinlerin yutulmasıyla değil, dokunma ve solunum yoluyla da tetiklenebilmektedir.

İnsan vücuduna girdikten sonra kendine has bir karşıt madde oluşmasına sebep olan yabancı maddelere “antijen” denir. Bir antijen, alerjik reaksiyona sebep olursa artık o antijene “alerjen” denir. Antikorların oluşumunu açıklayan Burnet’e göre, vücut temas ettiği maddeleri “kendi” veya “kendinden olmayan” olarak tanımlar. Alerjik reaksiyonlar antijenlerin vücut tarafından “kendinden olmayan” şeklinde tanımlanması sonucu immün sistemin antikor üretmesiyle oluşur. Çoğu zaman besinler “kendinden” olarak kabul edildiği için vücut immün yanıta gerek duymaz. Besin alerjileri ise vücudun yanlışlıkla belirli bir yiyeceği “kendinden olmayan” olarak algılaması ve vücudu korumaya yönelik aşırı ve potansiyel olarak ölümcül bir immün yanıt başlatması durumunda meydana gelmektedir. Alerjik reaksiyonlar sonrası görülen semptomlar deride kızarıklık, kurdeşen, kusma, ishal, solunum zorluğu ve hayatı tehdit edici anafilaksiye kadar gidebilir. Anafilaksi yüzünden her yıl ABD’de yaklaşık 150 kişi hayatını kaybetmektedir.

Besin kaynaklı bütün advers reaksiyonlar “gıda alerjisi” değildir. Çeşitli immünolojik, toksikolojik veya metabolik nedenlerden dolayı advers reaksiyonlar görünse de, bu reaksiyonların sadece bir kısmı gerçek manada “gıda alerjisi” olarak tanımlanmaktadır (Şekil 1). Besin kaynaklı reaksiyonları iki gruba ayırabiliriz: Birinci grup immünolojik değildir (besin intöleransı). Bu gruba laktoz intöleransı (sütte bulunan şeker türüne karşı hassasiyet) örnek olarak verilebilir ve çoğu kişi bu durumu düşük oranda yaşadığında farkında olmayabilir. İkinci grup ise immünolojik temellidir (aşırı duyarlılık reaksiyonları). İmmünolojik reaksiyonlar immünoglobulin E (IgE) molekülleri aracılığıyla veya IgE molekülünün yer almadığı reaksiyonlar sunucu da gözlenebilir. Yiyeceklere verilen ani ve hayatı tehdit eden advers reaksiyonlar, IgE’nin aracılık ettiği aşırı duyarlılık ile ilişkilidir.

Şekil 1.

Besin alerjisinin erken dönemde saptanması ve bu olguyla savaşmanın yollarını bulmak için çok sayıda araştırma yapılmaktadır. IgE antikoru 1966’da keşfedildikten sonra immünolojik marker olarak kullanılmış ve çeşitli alerji testlerinin geliştirilmesinin önünü açmıştır. Fakat bu testlerin kimi zaman yanlış pozitif sonuç verebileceği belirtilmektedir. Alerjide teşhis oldukça karmaşıktır zira gıdaya özgü IgE tespiti her zaman klinikte alerjiye işaret etmez. Bu nedenle bu testin yanında, dikkatli bir tıbbi öykü, laboratuvar çalışmaları ve birçok vakada tanıyı doğrulamak için bir oral gıda verme zorunluluğu olduğu belirtilmektedir.

Bütün bu çalışmaların beraberinde dünya çapında alerji görülme sıklığındaki artışın nedenleri üzerine yoğun bir şekilde değiştir: araştırılmaktadır. Genetik, yaşam tarzı ve çevresel faktörlerin, ayrı ayrı veya birlikte, hangimizin alerji geliştirdiğinin belirlenmesinde rol oynadığı varsayılmaktadır. Bu konuda uzmanların öne sürdüğü birkaç hipotez bulunmaktadır ve bu hipotezlerden bazıları aşağıda sıralanmıştır.

1) Modern yaşamın bir sonucu olarak gelişmiş toplumlarda alerjilerin daha fazla görülmesi alerjinin bir “medeniyet hastalığı” olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Erken yaşlarda enfeksiyonlara veya mikroplara daha az maruz kalma, alerji riskinin artmasına neden olabilir. Buna genel olarak 1989’da önerilen hijyen hipotezi denmekteyken 2003’te Rook tarafından ortaya konan “Old Friends Mechanism” teorisi halinde şimdilerde alerji uzmanlarınca daha fazla rağbet görmektedir. Bunu dolaylı olarak destekler nitelikteki çalışmalarda evcil hayvanlarla yakın temasta bulunan çocukların ve kalabalık ailelerden gelenlerin alerji geliştirmelerinin daha az olası olduğu gösterilmiştir. Ayrıca alerji gelişiminde yaşanılan çevrenin rolünü vurgulayan bir çalışmada uluslararası göç eden bireylerde alerjik hastalıkların gelişimi gösterilmiştir.

2) Hamilelik ve emzirme döneminde annenin beslenmesinin çocukta besin alerji gelişiminde bir risk faktörü olabileceğine dair çalışmaların bir kısmı annenin alerjen olabilecek besinlerden kaçınması gerektiğini söylerken diğer bir kısmı da annenin bu yiyecekleri yemesi gerektiğini savunmaktadır.

Alerjen gıdalarla ilk tanışma zamanını ertelemenin alerjik reaksiyonların gelişimine sebep olabileceği söylenmektedir. Fakat 2015 yılında yayımlanan bir çalışmada yer fıstığı alerjisi geliştirme riski altındaki bir popülasyonda yaşamın erken dönemlerinde yer fıstığına maruz kalmanın alerjiye karşı koruyucu olduğu gösterilmiştir. Şu anda gıda alerjisi için halihazırda bir tedavi yoktur ve durumu yönetmek esas itibariyle rahatsız edici gıdalardan kaçınmaya ve bu gıdalara maruz kalma durumunda acil semptomatik tedavi planına dayanır. Üzerinde çalışılan iyileştirilmiş terapötik stratejiler, oral ve dilaltı immünoterapi, Çin bitkisel ilaçları, anti-IgE antikorları ve değiştirilmiş aşıları içerir.

3) Sezeryan ile doğan bebeklerde alerji gelişiminin daha fazla olabileceğini öneren çalışmalar vardır. Bebekler doğum kanalıyla doğum sırasında annelerinden koruyucu mikroorganizmalar elde ederken sezaryen ile doğan bebekler bundan mahrum kalmaktadır. Bu durum, bebeklerde görülen alerji, astım, obezite ve diyabette artışa sebep olan önemli bir faktör olabileceği düşünülmektedir.

4) Düşük lifli diyetler ve yaygın antibiyotik kullanımı nedeniyle değişmiş bağırsak florası vücudun bağışıklık fonksiyonunu değiştirebilir ve bu tarz beslenme ile yaygın antibiyotik kullanımının alerjiye sebep olabileceğine dair çalışmalar mevcuttur.

Gastrointestinal mukozal bariyer, alınan gıdaların işlenmesi, emilmesi ve atık ürünlerin boşaltılması için muazzam bir yüzey alanı sağlayan karmaşık bir yapıdır. Bu bariyer yabancı antijenlerin sisteme girmesini önlemek için hem fizikokimyasal hem de hücresel faktörleri kullanır. Bununla birlikte, bağırsak bariyerinin ve bağışıklık sisteminin çeşitli bileşenlerinin gelişimsel olgunlaşmaması, bebek mukozal bariyerinin etkinliğini azaltır. Örneğin, yeni doğan döneminde enzimatik aktivite yetersizdir ve sIgA (salgılayıcı immünoglobulin A) sistemi dört yaşına kadar tam olarak olgun değildir. Sonuç olarak, mukozal engelin bu olgunlaşmamış hali, yaşamın ilk birkaç yılında görülen gastrointestinal enfeksiyonların ve gıda alerjisinin prevalansının artmasında rol oynayabilir.

5) D vitamini eksikliğinin alerji gelişme riskini artırabileceğini söylenmektedir. Bazı araştırmalar, ekvatordan uzaklaşıldıkça (dolayısıyla D Vitamini yapmak için gerekli olan güneş ışığına maruz) kandaki D vitamini seviyesinin düştüğünü ve bunun da alerji yapma riskini artırdığını göstermektedir.25 Fakat diğer yandan yüksek doz D vitamini takviyesinin bebeklerde alerjik hassasiyeti önlemediği de gösterilmiştir.

6) Fıstık alerjisini çocuklara yapılan aşı ile ilişkilendiren teori en az diğerleri kadar tartışmalı bir yaklaşımdır. Bu teoriye göre yer fıstığı alerjisinin çoğaldığı 1990’larda, etkinliğini artırmak için aşılarda yardımcı madde olarak yer fıstığı yağının kullanımı artmıştır. Ayrıca çapraz reaktiviteden dolayı aşıda bulunan bir maddeye çok benzer yapıdaki alerjen maddelere karşı aşırı duyarlılık reaksiyonlarının gelişebileceği ifade edilmiştir.

Sonuç olarak, “alerjilerde neden bu artış var?” sorusunun cevabını tam manasıyla bilen yok gibi gözükmektedir. Altta yatan sebebin tek bir şey olduğunu düşünmek yerine, D vitamini eksikliğinden bağırsak sağlığı ve çevre kirliliğine kadar çeşitli nedenlerden kaynaklanabileceği yönünde önerilerde bulunulmuştur ve bunların bir bütün olarak değerlendirilip her birinin alerji gelişiminde bir payı olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır.

Alerji semptomlarını baskılamak için tedavilerimiz olsa da, henüz tam manasıyla küratif bir yaklaşım yoktur ve ilk etapta alerjinin gelişimi halihazırda önleyememekteyiz. Şimdilik, yapılabilecek en iyi yöntem alerjiyi doğru bir şekilde uzman kontrolünde yönetmektir. Gıda alerjilerinin yönetimi, hastanın, sorumlu alerjeni yutmamak için eğitilmesini ve istenmeyen bir maruziyet durumunda semptomatik tedavi başlatmayı içerir. Besin alerjilerinin sadece yutma değil temas ve solunum yoluyla da ortaya çıkabileceği için toplumda besin alerjisi bilincinin oluşturulması mühimdir. Bir adamın yemeği başka birinin zehiri olabilir. Dolayısıyla besin alerjisi olgusu sadece hasta ve hasta yakını değil, toplumdaki tüm fertlerin duyarlı olmasını gerektiren bir konudur.

admin

H. deneme

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir